Mağusa’da surlarla çevrili yaklaşık 55 hektarlık alan, adeta bir açık hava müzesi niteliğindedir ve bugüne kadar pek bilinmeyen bir Ortaçağ tarihine ev sahipliği yapmaktadır. Bu döneme ait pek çok tarihi ve kültürel birikime sahip olan kentin bu özelliği, bir liman kenti olmasından kaynaklanmaktadır. Adadan gelip geçenler ya da uzun süre adaya hâkim olanlar için Mağusa, genellikle ilk tanışılan kent olmuştur. Kentteki her taşın altında bir tarih yatmaktadır.
İçinde palmiye ağaçlarının bittiği, ancak granit sütunların bir zamanlar ayakta tuttuğu tarihi yapının izlerini taşıyan St. Antoine Kilisesi ve Hastanesi, kentin en önemli yapılarından biridir. Hastane kompleksinin merkezinde yer alan kilisenin yalnızca doğu duvarları ayakta kalabilmiş, yıkılan kubbesinin altında kalan sütunlar ise hâlâ yerinde durmaktadır. Bazı sütunlar ise kentin farklı noktalarına sürüklenerek taşınmıştır.
1570-71 yıllarındaki 11 aylık kuşatma dönemini en iyi yansıtan Gibellino Gravürü'nde bu hastane kompleksini görmek mümkündür. Aynı döneme ait bir Ceneviz noter belgesinde ise bu yapı "hospitale circa littus maris" (deniz kıyısındaki hastane) olarak anılmış ve kilise ile özdeşleştirilmiştir. Günümüzde, hastaneden geriye yalnızca kilisenin güney tarafında bulunan bir kanat kalmıştır.
Bu yapı bir Lepra Hastanesidir. Tarihte bilinen ikinci Lepra hastanesi olan St. Antoine Kilisesi ve Hastane Kompleksi, 1300’lü yılların başında St. Antoine’a adanmıştır. Güçlü bir Bizans etkisi taşıyan Gotik tarzda inşa edilen bu kompleksin varlığı, Kudüs’ten adaya gelen Hristiyan nüfusla yakından ilişkilidir.
Kudüs’ün Eyyubiler tarafından ele geçirilmesinin ardından, burayı geri almak amacıyla düzenlenen İkinci Haçlı Seferi başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Adayı haçlı seferinden önce Bizanslılardan alan Aslan Yürekli Richard, Kudüs’ü Selahaddin Eyyubi’ye kaybettikten sonra Kıbrıs’a geri dönmüştür. Adayı elinde tutmanın zor olduğunu düşünerek 1191 yılında yüz bin altın karşılığında Tapınak (Templar) Şövalyeleri’ne satmıştır. Ancak Tapınak (Templar) Şövalyeleri, adada yaşayanlarla baş edemeyince adayı Richard’a geri verip paralarını istemiştir.
Bu sırada Kudüs Krallığı’nı kaybeden ve topraksız kalan Guy de Lusignan, 1192 yılında adayı Tapınakçılardan devralır. Böylece Kudüs Krallığı’nı adeta bir sürgün hâlinde burada sürdürür. Hatta ilerleyen yıllarda Kudüs Kralları’nın taç giyme törenleri Mağusa’daki St. Nicholas Katedrali’nde yapılmaya başlanır. Guy de Lusignan ile başlayan Lüzinyan Dönemi, Mağusa’yı 14. yüzyılda dünyanın en zengin kentlerinden biri hâline getirir.
Ancak Kudüs’ten sürülen Tapınak (Templar) Şövalyeleri ve Hristiyan nüfusun adaya taşınmasıyla birlikte, Lepra hastalığı da adaya gelmeye başlar. Bu hastalık halk arasında “Cüzzam” veya “Miskin Hastalığı” olarak da bilinmektedir. İlk olarak Kudüs’ten taşınan St. Lazarus Hastanesi’nin de adaya getirildiği düşünülmektedir, fakat tam olarak nereye kurulduğu bilinmemektedir.
1297 yılında Akka’nın da Memlükler tarafından alınmasıyla birlikte, Haçlılar Kudüs Krallığı’nın son kalesini de kaybeder ve Mağusa’ya yerleşirler. Böylece Mağusa, Hristiyanlar için Doğu Akdeniz’deki son önemli liman kenti hâline gelir. Templar Şövalyeleri ve Hristiyanlar’ın bu kentte yoğunlaşması, cüzzam vakalarının da burada artmasına neden olur.
İşte bu ortamda, Mağusa’daki St. Antoine Kilisesi ve Hastane Kompleksi inşa edilir. 13. ve 14. yüzyıllarda bu hastane sadece Lepra hastalarına hizmet verir. Osmanlılar adaya geldikten sonra da bu yapının aktif olarak kullanıldığı bilinmektedir; Osmanlı dönemine ait kent planlarında yeri açıkça gösterilmiştir.
Cüzzam, 13. yüzyıldan 20. yüzyılın son çeyreğine kadar Kıbrıs için bir tehdit oluşturmaya devam etmiştir. Son vakalar 1972 yılında görülmüş ve bu tarihten itibaren Lepra Kıbrıs’tan tamamen eradike edilmiştir. Bu eradikasyonda, 1831 yılında Lefkoşa’nın 2.5 km dışında Eğence köyü içinde kurulan Lepra Hastanesi (Kıbrıs Miskinhanesi- Miskinler Çiftliği) önemli bir rol oynamıştır. 200 dönümlük arazi, Evkaf İdaresi tarafından bağışlanmış, finansmanı ise Başpiskoposluk tarafından sağlanmıştır. Bu durum, adadaki Müslüman-Hristiyan dayanışmasının en büyük örneklerinden biri olarak değerlendirilmektedir.
Küçük bir dipnot: Bu tarihî kalıntının granit sütunları yeniden ayağa kaldırılarak, St. Antoine Kilisesi ve Hastane Kompleksi'nin çok daha görünür ve anlaşılır hâle getirilmesi mümkündür. Bu tür müdahaleler, Mağusa'nın Ortaçağ mirasının korunması ve kültürel turizme kazandırılması açısından büyük önem taşımaktadır. Ancak ne yazık ki, Eski Eserler Dairesi'nin bu konuda yıllardır sessiz kalması ve kalıntıyı görmezden geliyor oluşu düşündürücüdür. Oysa bu yapının restorasyonu, sadece mimari değil, tarihî bir sorumluluk meselesidir.
Kaynakça:
- Gothic Art and the Renaissance in Cyprus, Camille Enlart
- Kıbrıs Miskinhanesi, Dr. Nazım Beratlı