KISSA’DAN HİSSE

Tükenmemenin en doğru yollarından biri ve en önemlisi üretmektir. İnatla üretmek. Pes etmeden üretmek.

Bu amaçla yola çıkmış, birbirinden değerli bir grup gencin sergilediği ‘’KISSA’’ Deney Tiyatro veya Tiyatro Deneyim oyununu izlemeye gittim geçtiğimiz hafta. 

Dört yeni yazarın bir şiirden yola çıkarak yazdığı KISSA,  adından da anlaşılacağı gibi kendisinden ders çıkarılması gereken konuları ele alan dört kısa oyundan oluşmuş ve dört farklı yönetmen tarafından yönetilmiştir.

Her izleyicinin kendi görüş ve düşünce potansiyeline göre algıladığı oyunlardan payıma düşeni yani  Kıssa ’dan Hissemi alıp sizlerle paylaşmak istedim.

Doğrusu o akşam nasıl bir oyun izleyeceğimi çok merak ediyordum çünkü kalıplaşmış oyun kurgusu ve sergilemesinden farklı bir oyun örneği olan Deney Tiyatrosunu ilk kez izleyecektim.  Narnia Bar’ın kapısında bize uzatılan biletlerin üzerinde 1,2,3,4 diye rakamlar yazıyordu ve her biletteki rakamların sırası değişikti. Böylelikle ben 1. oyunu izlerken arkadaşım 3. oyunu izlemekteydi. İç bahçeli bir barın farklı köşelerinde sahnelenen oyun, seyirciyi zil sesiyle uyararak diğer oyunun başlayacağı mekana yönlendiriyordu. Benim izlediğim ilk oyun,  Nejdet Serkan Sadıkoğlu’nun yazıp yönettiği ve Hasan Türksever’le birlikte oynadığı ‘’Random Kahkaha’’ oyunuydu ve minimal bir mekanda sahneleniyordu. Random gülmenin, dijital bir gülme şekli olduğunu ve rastgele klavye üzerinde anlam ifade etmeyen kelimeleri bir araya getirerek, abartılı gülme anlamında kullanıldığını bu oyun sayesinde  öğrenecektim.  Dijital, rasgele,  abartı, gerçek olmayan, yapay. Bütün bu kelimeler oyunun adıyla eşleşiyordu ve oyun adı bize yaşamımızın absürtlüğünü düşündürerek giriş yapıyordu. 

Oyunun, minimal mekanda sergileniyor olması bende sıkışmışlığı kapana kıstırılmışlık hissini uyandırıyordu. Yüksek desibel müzikle başlayan oyun, Can’ın (Nejdet Serkan Sadıkoğlu)  mırıldandığı şarkı ve düzensiz, rasgele, esrik dansı ile bir süre devam etti.  Yüksek müzik bir anlamda içinde bulunduğumuz durumdan bizi uyandırma görevini üstlenirken; Can’ın dansı ve tavırları açısından bakıldığında arafta kalmış eylemsiz bir bireyin tutunabilmek adına iç sesine sağır kalmak için kullanıldığı da düşünülebilir. Can  (Nejdet Serkan), sıradan kostümüyle sıradan bir vatandaş izlenimi verirken Ozi (Hasan Türksever), papyonlu beyaz gömlek kostümü ile sahnede Can’a tepeden bakan konumda durması ve kartların elinde olması seyircide Can’ı yapması gerekenler konusunda yönlendirme yetisine sahip bir yönetici konumuna getirmekteydi. Yöneticinin durduğu yerin bir pencere pervazı oluşu ise her an düşebilme, yerinden olabilme ihtimali olduğunun göstergesiydi.

Can’ın ’’ Bana bir şans verseniz?’’ diye kendini defalarca anlatmaya kalkması, şans verilmesini hep başkasından bekleyen eylemsiz bireyi  ‘’Eşikten geçene kadar maymunluk mu yapacağız?’’ repliği ise günümüz dünyasında yaşanan riyakarlığı, menfaatlerine göre şekillenen karakterlere vurgu yapmaktadır.

Yazar, oyunda Mad Max’e gönderme yaparak çevre ve su ile ilgili bizi bekleyen felaketleri  hatırlatırken,  teknolojinin ise bir süre sonra beynimizi ele geçirip bizi  bir robota çevireceğini, birbirimize ve kendimize nasıl yabancılaşacağımızın distopik sinyallerini vermekteydi.  Oyunun sonuna doğru  ‘’Bir şeyler yaptık yaptık yapmadık ötesi cehennem’’ cümlesi ile yazar bize hala bir kurtuluş umudu olduğunun ışığını yakıyor.

İkinci oyunun adı MERCAN. Oyunu yazan ve yöneten Şaziye Konaç. Oyuncu Gülsefa Dede.

Oyun, anlatıcısının şömine karşısında okuduğu kitabı kapatıp seyirciye hikayesini anlatması ile başlıyor.  Yazarın hikayeye sondan başlaması ve bir süre sonra başa dönmesi ise bana yarım kalan hikayelerin hiçbir zaman bitmediğini,  bittiğini düşündüğün yerde başa sardığını tekrarlandığını anlatıyor.

Oyunda, savaşın apar topar evinden ettiği bir annenin kabuk bağlayan yarasının kapıların açılmasıyla tekrar kanamaya başlamasının hikayesi anlatılırken,  iki tarafın da yani evinden kovulanın da eve yerleşenin de ayni acılarla sınandığına,  gelenek ve görenekte aynı şekilde hissettikleri, aynı şekilde davrandıklarına tanık oluyoruz.  Annenin, evine giderken kocasına haber vermek istememesi, bu konuda anlaşılamayacağının ve ona duyulan güvensizliğin belirtisidir.  Kızın ’’ Babamın saçma sabit fikirlerinden nefret ederim.’’ Demesi babanın ırkçı bakış açısı olduğunu ve bu bakış açısının en yakınlarının bile canını yaktığını düşündürüyor.

Benim için en önemli bölüm ise oyuna ismini veren ve yazarın nenesi tarafından savaştan önce ekilen Mercan çiçeğiyle annenin buluşmasıydı. Buluşması diyorum çünkü kendilerine ait bir yaşamın devamıydı Mercan çiçeği. Anneanneyle kurulan bir bağdı. Hüznü içinde barındırsa da, acıtsa da, geleceğe dair bir umuttu. Ve bu bağı canlı tutan, bu umudu sulayıp yeşerten ‘’düşman’’ yeni ev sahipleriydi. 

 Anne eski evinden ayrılırken, nenenin mezarına ve yeni evine ekmek üzere iki dal mercan koparır mercan çiçeğinden. Bir dal nenenin mezarında geçmişinden gelen yolu hatırlatırken diğeri yeni evinde geleceğe gidilen yolda yeni umutları sulayıp yeşertmenin pusulası olmak üzere ekilir.

‘’LAYLON’’

İzlediğim üçüncü oyun, Erdoğan Kavaz’ın yazıp yönettiği Ozan Uykur’un oynadığı LAYLON oyunudur. 

 ‘’NAYLON’’ kelimesi beynime olumsuzluk duygusu olarak kodlanan yapaylığı, plastik ilişkileri ve çevre kirliliğini düşündürürken; oyuna adını veren ‘’LAYLON’’ kelimesi her ne kadar ayni anlamda söylense de bir çocuğun dilinde masumlaşıyor, bütün zararlı yanlarından   arınıyor hissini verdi bana.  Ve pek tabii ki yazar bize bu kelimeyi böyle düşündürmek için yazmamıştır. Oyunu izlemeden, ismi hakkındaki öznel düşüncelerimdir bunlar.

Ve gelelim oyuna ’’ LAYLON’’

‘’Ben sınırsız bir kaynağın parçasıyım.. Hidrojen oksijen, karbon ve nitrojen…  Hepsi bedenimin içinde dolanıyor. ‘’  ‘’10 üzeri -43 saniyede başladı ve bitti.’’   Müzik dans ve devinimlerden sonra yukarıdaki repliklerle başlar oyun.  Evrenin varoluş süresi bir anlık, gerçeğinden yola çıkarak onun yansıması olan insanın varlığını/hiçliğini ve bu hiçliğin farkında olmadan,  yani ‘’hiç’’ olduğunu bilmeden kendi varlığına yüklediği önemi sorgulatıyor. 

  ‘’Saçma bir kovalamaca ya da kaçmaca’’ yolculuğunda bütün yaptığımız birileri tarafından anlaşılmak, fark edilmek, sevilmek, önemli olmak.  Yazarın çocukluğunda naylona’’ laylon’’ dediği için nasıl rencide olduğu duygusunu bugün bile olduğu gibi hatırlaması, yaralanması hepsi kendimize yüklediğimiz önemden kaynaklıdır. Yazar,  ‘’Bedenim ve Ruhum arasındaki boşluğa sıkışan her şey artık özgür. Tüm anılar, acılar, sancılar özgür’’  derken,  özgürlüğün ‘’hiç’’liği  fark etmekte, kabul etmekte olduğunu aksi durumda birbirimizden daha önemli, daha yüce, daha asil olmak için uyduruk dillerin, yapay , plastik ilişkilerin ağırlığıyla ve sancısıyla devam edeceğimizi hatırlatıyor.

‘’YA SONRA’’
Dördüncü ve son izlediğim daha doğrusu sadece kulaklarım ve yüreğimle takip ettiğim’’ Ya Sonra’’ isimli oyundu. Oyundaki yerlerimize birilerinin yardımıyla oturduk. Çünkü oyuna girmeden gözlerimiz siyah bir bezle kapatılmıştı.  Sanırım burada yönetmenin amacı başta da yazdığım gibi olaylara her yönüyle bakmak,  her duyumuzla görmemizi sağlamaktı.

 Salamis Ayşegül Şentuğ’un yazdığı, Fehmi Öztürk’ün yönettiği, Tünay Konti’nin oynadığı ve teknik ekipte Ali Moda’nın bulunduğu. ’’ YA SONRA’’ oyununun ilk cümlesi ‘’en garde!’’ diye başlıyor. ‘’en garde!’’  Türkçede karşılığı     ‘’ savunmaya geç!’’ uyarısıymış.  Nedense bir oyunu incelerken en çok ismine ve ilk cümlelerine bakarım. Orada oyunun kapılarını açan anahtar sözcükler olduğunu düşünürüm. 

 ‘’en garde!’’ Yani göstere göstere yapılan bir saldırıdan bahsediyor.  Ve güya onurlu bir davranış olarak karşısındakine ‘’savunma hakkı!’’ tanıyor.  Yazar, aslında oyunun adına ‘’YA SONRA’’ derken; bunun bir de öncesi olduğunu ve her şeyin, öncede. Yani çok öncede başladığını düşündürüyor bana.  Kendine, savunma hakkı verildiği söylenenin yaşam hikayesinde.  Her alanda ‘’Gölge dişlileri’’ olan bir  sistemden kaçsan da, sinsen de, birimin en iyisi olmaya çalışsan da, katlansan da  o sistemin bir parçası olmaktan kurtulamayacağına vurgu yapıyor.   ‘’Bir zamanlar birimimin en iyi katlananı bendim’’  ‘’Ne yapsaydım tamamen alışkanlıktan’’  Ya da ‘’Malum bizim cümlelerimiz bizim değil, hamal gibi alıyoruz, aklınıza bırakıyoruz. Alıyoruz, aklınıza bırakıyoruz.’’ Cümleleri,  beynimize nasıl hükmedildiğini algılarımızın nasıl  değiştirildiğini anlatıyor.

  ‘’en garde!  diye bağırınca tabii ben de ne yapsaydım korktum. Korkunca ne yapılır, hemen küçülüp köşelendim.’’ Ve devam ediyor. Köşe, kare,  en iyi katlanıp ufalmış, yamuk olmuş, şekli bozulmuş. Ortama uyum sağlamak için geometrinin her şekline girmiş. Böyle bir korku ortamında ‘’en garde!’’  kelimesi ne kadar masum! Onurlu! Etik! Bir kelime olabilir ki.?  Veya ne kadar işe yarayabilir ki savunma hakkı!

   Yazar, olayları ve kişileri geometrik olarak kurgularken yani kübizimi tiyatro sanatıyla buluştururken karakteri,  olaylara o an koyduğu tepkiyle değil,   farklı boyutlarıyla  yepyeni bir açıdan ele almamızı ve yorumlamamızı işaret ediyor.

 ‘’Biz kader köşeleri başkaları tarafından çizilen türler, ya da benzeyen kenarları üst üste bindirerek bir tür oluşturmaya çalışılmış ara türler, farklı türde konuşan aynı türler, başka türlü bir iletişim yolu bulmak zorundadırlar.’’ Diyerek,  içinde yaşadığı ülkenin siyasi ve sosyal yapısına dikkat çekmektedir. Ve kurtuluşun farklılıklara takılmadan, yargılamadan birbirimize gerçek anlamda bakmamızı, önyargısız görmemizi ve kurtuluş için birlikte mücadele etmemizi önermektedir. ‘’Bakışa bakışa gelir devrimler.’’  Cümlesi yukarıda yazılanların özeti ve kurtuluşun anahtarıdır.

Her yazar eserini kurgularken, sahneye taşırken seyircisiyle nasıl ve ne kadar iletişim kuracağını merak eder.  Oyunların yazarlarıyla, yönetmenlerle konuşmadan yazdığım bu yazı oyunların benimle kurduğu iletişim dilidir.  Bir seyirci olarak bendeki karşılığıdır.

Kalıplaşmış oyun kurgusunun dışına çıkarak oyunlarını dekoratif görsellikten uzak fonksiyonel bir anlayışla seyircisiyle buluşturan sevgili KISSA yaratıcılarına yürek dolusu alkışlar.