Tarih, niyet ile sonuç arasındaki farkı bize sık sık hatırlatır. Nikos Sampson’un 1974’teki ilhak niyeti de bunun canlı bir örneğidir: Niyet ilhak, ama neticesi ilga olmuştur.A6702418 F52E 4Bb8 B753 375Cfa00Dc52
İlhak ve İlga Nedir? – Etimolojik Anlamı
“İlhak” kelimesi, Arapça (lahaka) kökünden gelir ve “katmak, eklemek, dahil etmek” anlamındadır. Uluslararası hukukta ilhak, bir devletin başka bir devletin veya bölgenin egemenliğini tek taraflı olarak ortadan kaldırıp kendi topraklarına katması anlamına gelir.
Öte yandan, başlıktaki ‘İlga’ ifadesi, ilhak kelimesinin tersine ‘yok etme, ortadan kaldırma, iptal etme’ anlamına gelmektedir.
Tarih boyunca ilhaklar çoğunlukla askerî güç, fiili kontrol ve uluslararası hukukun ihlali üzerinden gerçekleşmiştir. Modern uluslararası hukukta ise ilhak, meşru kabul edilmeyen bir eylemdir ve özellikle Birleşmiş Milletler sistemi içinde self-determinasyon (kendi kaderini tayin hakkı) ilkesine ters düşmektedir. Bu durum, BM Şartı Madde 1(1)’de belirtilen ‘uluslararası barışı ve güvenliği korumak ile devletlerin egemenlik haklarına saygıyı teşvik etmek’ ilkesine ve Madde 2(4)’te öngörülen ‘diğer devletlerin toprak bütünlüğüne veya siyasi bağımsızlığına karşı kuvvet kullanmama’ hükmüne aykırıdır.
Tarihsel Arka Plan: Enosis’ten Darbeye
Her şey Enosis, yani Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması fikriyle başladı. 1974’te Nikos Sampson’un Makarios’a karşı gerçekleştirdiği darbe, aslında bu idealin beslediği uzun tarihsel sürecin bir sonucu olarak ortaya çıktı.
1931’de Vali Konağı’nın Kıbrıslı Rumlar tarafından yakılması, İngiliz yönetimine karşı ilk büyük başkaldırıyı temsil ediyordu. Ancak bu isyan, özgürlükten çok Enosis yönelimli bir talepti. İngilizler Meclis’i feshetti, siyaseti yasakladı; toplumlar yalnızca meşveret meclisleriyle kendi iç meselelerini çözmeye çalışıyordu.
O sırada Yunanistan Başbakanı Eleftherios Venizelos, Kıbrıs konusuna temkinliydi. Zira Türk-Yunan Savaşı’ndan mağlup çıkan Yunanistan, hem Türkiye hem de Batı ile sorun yaşamak istemiyordu. Buna rağmen Kıbrıslı Rumların Enosis talepleri karşısında Yunanistan, ısrarcı bir tutum sergiliyordu. Tüm bu baskılara rağmen Venizelos, 1928’de İtalya ziyareti sırasında Kıbrıslı Rumlara şöyle demişti:
“Helen ulusunun bir parçası olabilirsiniz, fakat Yunanistan vatandaşı değilsiniz. Dolayısıyla Yunanistan’ın dış politikasını siz belirleyemezsiniz. İngiltere dostumuzdur; onunla iyi geçinmek Kıbrıslıların da menfaatinedir.”
1940’larda II. Dünya Savaşı ve Yunan İç Savaşı, Atina yönetimini diplomatik temkinli olmaya zorladı. Venizelos’un bu temkinli tutumu, 1950’lere kadar Yunan hükümetlerinin ortak görüşü hâline geldi. Dönemin Dışişleri Bakanı Filippos Drakoumis, bu dönemi şöyle özetliyordu:
“Tanrı’ya şükür ki ada müttefikimiz İngiltere’nin elindedir.”
Yine de Enosis söylemi, Yunan popülist politikacılar ve kilisenin etkisiyle canlı tutuluyordu. Bu durum, Makarios gibi figürlerin sahneye çıkmasını kolaylaştırdı.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Birleşmiş Milletler’in kurulmasıyla, sömürge idaresi altındaki bölgeler için yeni bir dönem başladı. Birleşmiş Milletler Şartı’nın 73. maddesinin (e) fıkrası uyarınca, üye devletlerin “sorumlulukları altındaki kendi kendini yönetmeyen bölgelerde yaşayan halkların refahını gözetmek” ve bu bölgelerdeki sosyal, ekonomik ve eğitimsel gelişmelere dair bilgileri BM’ye sunmakla yükümlü oldukları belirtilmişti.
Bu çerçevede 14 Aralık 1946 tarihli A/RES/66(I) sayılı BM Genel Kurulu kararı, kolonilerin geleceğine ilişkin süreçleri hızlandırdı. İngiliz yönetimi, Kıbrıs’taki cemaatlerden kendi taleplerini yazılı olarak sunmalarını istedi.
Bu dönemde Kıbrıs Türk toplumu, Mehmet Zeka Bey başkanlığında Türk İşleri Komisyonu’nu kurarak eğitim, din, vakıf ve sosyal alanlardaki taleplerini koloni idaresine sundu.
Rum tarafı ise adanın Osmanlı’dan İngilizlere geçtiği günden beri ilk ve önemli fırsatını yakalamıştı. Siyasi yumuşamayı Enosis için bulunmaz bir fırsat olarak gördü. Kilise’nin öncülüğünde, 1950’de Yunanistan’a ilhak yönünde plebisit düzenlendi. Halkın büyük çoğunluğu Enosis lehine oy kullandı; ancak İngilizler, bu referandumu kendi egemenlik haklarına aykırı buldukları için tanımadı.
Makarios, referandum sonuçlarının Yunanistan eliyle BM’ye taşınmasını istese de beklediği sonucu elde edemedi. Bu gelişmeler, adadaki siyasi gerilimi artırdı ve silahlı mücadele fikrinin doğmasına zemin hazırladı.
Bu dönemde kilise ile birlikte hareket eden sağ kesim, sol hareketlerin (özellikle AKEL’in) yükselişinden endişeliydi. Enosis mücadelesi “kutsal” bir dava olarak görülüyor, dolayısıyla komünistlere bırakılamayacak kadar önemliydi. Her ne kadar sağ ve sol arasında Enosis hedefi konusunda bir görüş ayrılığı bulunmasa da mücadelenin temeli, dönemin NATO–SSCB ekseninde şekillenen ideolojik çatışmaya dayandığı bilinen bir gerçekti.
Kilise’nin öncülüğünde KEK (Kıbrıs Milliyetçi Partisi) kuruldu; temel hedef hem İngiliz yönetimine karşı durmak hem de komünistlerin etkisini kırmaktı. Artık beklenen günün geldiği ve asırlardır hayal edilen büyük ideal için şartların uygun olduğu fikri yaygındı. Nihayet topluma cesaret verecek ve bu ideal yolunda Rum toplumunu zafere ulaştıracak kurtarıcı bulundu: Helen idealinin Diğenisi ortaya çıktı ve Akritas Planı artık onunla hayat bulacaktı!
Sonunda, emekli Yunan subayı Georgios Grivas liderliğinde EOKA (Kıbrıs Savaşçıları Ulusal Örgütü) 1 Nisan 1955’te kuruldu. Örgütün hedefi yalnızca İngiliz yönetimini sona erdirmek değil, aynı zamanda Kıbrıs’ı Yunanistan’a ilhak etmek (Enosis) idi.
EOKA, ilk eylemlerini İngiliz koloni idaresine karşı düzenlemişti; görünürdeki amaç “İngiliz emperyalizminden kurtulmak”tı. Ancak, Rumların ilhak taleplerine olumsuz yanıt veren ve zaman zaman küçümseyici bir tavır sergileyen İngiliz yönetimine karşı Makarios, “emperyalist hayalleri destekleyen İngilizler yalnızca şiddet dilinden anlar” diyerek silahlı direnişi meşrulaştırmaya çalışıyordu.
EOKA’nın kuruluşuyla birlikte koloni idaresine yönelik başlayan terör eylemleri kısa sürede kontrolden çıktı; şiddet, Enosis yanlısı olmakla birlikte silahlı mücadeleyi reddeden solculara kadar uzandı. Ada, her gün bombaların patladığı, insanların öldüğü bir kaos ortamına sürüklendi. Rum tedhişçilerin en büyük tarihî hatası, Enosis idealini şiddet yoluyla gerçekleştirebilecekleri yanılgısına kapılmaları oldu. Çok geçmeden bu terör eylemleri Türk toplumunu da hedef almaya başladı. Özellikle İngiliz yönetiminin, EOKA’ya karşı önlem olarak polis teşkilatında Türklere ağırlıklı yer vermesi, Türk polislerin hedef hâline gelmesine yol açtı. Oysa bu yaklaşım, Kıbrıs meselesini artık yalnızca yerel bir sorun olmaktan çıkarıp uluslararası bir nitelik kazandırma sürecini başlattı.
Bu kaotik durum, giderek Birleşmiş Milletler’in dikkatini çekti ve İngiltere çözüm arayışlarına yöneldi. Ada üzerindeki hâkimiyetini korumak isteyen İngiliz yönetimi hem Rumları hem de Türkleri kısmen tatmin etmeyi amaçlayan yeni anayasa ve yönetim modelleri gündeme getirdi. Bu çerçevede gündeme gelen Redcliffe (1956) - Macmillan Planı (1958) ve Vali Foot (1958) planları, iki toplumun temsilini öngören ancak egemenlik paylaşımını netleştiremeyen tasarımlar olarak taraflar arasında karşılık bulmadı. Kıbrıslı Rumlar açısından bu planların kabulü mümkün değildi; zira Enosis idealine hizmet etmiyor, adanın nihai kaderini İngiliz yönetiminin elinde bırakıyordu.
Ne var ki, İngiltere adada yükselen şiddet karşısında bu kez “Türk kartını” ikinci defa devreye sokacaktı. Ancak bu defa kastettiği, polis teşkilatındaki Kıbrıslı Türkler değil, bizzat Türkiye’nin kendisiydi. Londra yönetimi, Ankara’yı sürece dâhil ederek hem şiddet dalgasını kontrol altına almayı hem de kendi konumunu güçlendirmeyi umuyordu.
Bu minvalde, 1955 yılında düzenlenen Londra Konferansı’na Türkiye resmen davet edildi ve böylece Ankara’nın Kıbrıs meselesinde resmî bir muhatap olarak yer aldığı yeni bir dönem başlamış oldu.
Elbette Türkiye’nin sürece dâhil edilmesi, Enosis yanlılarını öfkelendirmişti; zira artık mesele yalnızca koloni idaresine duyulan nefretin ötesine geçmiş, Kıbrıs iki kadim halkın karşı karşıya geldiği bir etnik çatışma zeminine doğru sürüklenmeye başlamıştı. Bu dönem, adanın geleceğini belirleyecek uzun bir siyasal mücadelenin de başlangıcı olacaktı.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, 1950’lerden itibaren Enosis (ilhak sevdası)yla yükselen şiddet dalgası, adayı yalnızca İngiliz yönetiminden değil, kendi toplumsal barışından da kopardı. Uluslararası dengelerin gölgesinde kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti, toplumsal mutabakatın eksikliği nedeniyle ilhak arzusunu hep canlı tutan ve fırsatları kollayan bir zemine sahipti; işte bu kırılgan zemin, ileride patlak verecek büyük krizlerin sessiz habercisiydi.
Bir sonraki bölümde, ilhak sevdasının Kıbrıs’ı sürüklediği kaosu, Grivas’ın yeniden sahneye çıkışını ve Nikos Sampson’un yarım kalan hayalinin nasıl bir “ilga”ya dönüştüğünü ele alacağız.
Selçuk GENÇ.