Siz Hiç Göç Ettiniz mi?

Ülkenizden çok uzak; dilini, dinini, insanını hiç bilmediğiniz, hiç tanımadığınız bir yere doğru, sevdiklerinizi, kariyerinizi geride bırakıp, kendinize yeni bir hayat kurmak için yeni başlangıçlara doğru yollara düştünüz mü hiç? Yazılanları okuyunca ne hissedeceğinizi bilemediniz değil mi? Hüzün ve heyecan birbirine karışmış gibi hissetmişsinizdir muhtemelen. Tıpkı benim gibi…

Bundan seneler seneler önceydi. Hayat alttan girdi üsten çıktı ve çok uzak bir şehirde, bana çok uzak bir hayali gerçekleştirmek üzere, beni yola çıkardı. Eşimle tanışıp evlenmeye karar verdiğimizde, yurdundan umudunu kesmiş her genç gibi biz de, bir yurtdışı tecrübesiyle kendimize yeni bir yaşam kurmaya karar verdik. Bu kararı vermek hiç de kolay olmadı. Sancılı bir süreci geride bıraktıktan sonra, yeni bir hayata başlayacak olmak bizi çok heyecanlandırmıştı. Bu gidiş benim; annemi, babamı, kardeşimi ilk terk edişim, kendi ayaklarım üzerine ilk basışım ve ilk yurtdışı tecrübem olacaktı. Geride bıraktıklarım perişan, ben ise bilinmezliğe doğru geride bıraktıklarımı düşünerek mahzun ama yeni hayatıma adım atacak olmanın mutluluğu ile karmakarışık duygulara yelken açmıştım. Hayat arkadaşım yanımda olacaktı evet ama beni ne bekliyordu bilmiyordum. Mağusa yerine; İngiltere’nin Birmingham şehri benim yeni evim ve yuvam, sahiller yerine ise; hiç alışık olmadığım kalabalıklar yeni sığınağım olacaktı.

Birmingham, İngiltere’nin orta iç bölgesinde, tam merkezinde bulunan ve Londra’dan sonra İngiltere’nin ikinci büyük şehri olmasının yanında, sanayi devriminin ortaya çıktığı yer olarak da bilinir. İhtişamlı binalarına ve dinamik yapısına rağmen Birmingham bana oldukça karanlık ve kasvetli gelmişti. Gözümün alabildiğince baktığım uçsuz bucaksız mesafelerde gözüm ve ruhum, olmayan denizi bulmak istercesine bir arayış içindeydi her zaman. Denizler nefes alabildiğim, kendimi iyileştirebildiğim tek sığınağımdı ve Birmingham bu sığınak şansını bana sunmuyordu. Yalnızdım, bütün sevdiklerim benden kilometrelerce uzakta ben ise bir taraftan evliliğe, diğer taraftan bana çok yabancı bir şehre alışmaya çalışıyordum. İlk işim, bir dil okuluna kayıt yaptırmak oldu ama tek sorun dillerini bilmiyor olmak değildi elbette, insanlarını da bilmiyordum; nelere kızıp nelere mutlu olduklarını, örf – adet ve geleneklerini, nelerden hoşlanıp nelerden nefret ettiklerini bilmiyordum. Bunları öğrenmek yıllarımı aldı. Adaptasyon süreci uzun sürdü yani. Ama öncesi ve sonrası aklım, sürekli Kıbrıs’taydı. Kıbrıs’ımın havası, denizi, ovaları, yemekleri, insanları çok uzaklarda akıp giden bir başka zamanda, ben ise tek bir zaman diliminde sıkışıp kalarak, orada bir başıma çırpınıyor gibi hissediyordum. İşte o zaman diliminin bulanıklığı ve donukluğu ile, birkaç yılı geride bırakmıştım bile. 

Eşim ise uzun zaman, akademik alanda kendi mesleğini icra ettikten sonra, İngiltere’de özel bir danışmanlık şirketinde mesleğini pratik alana taşımıştı. Tüm gün çalışıyor, akşamları yorgun argın eve geliyordu. Bazı geceler ise benim akşam kurslarım olduğundan, günde sadece birkaç saat görüşebiliyorduk. Dil okulundan arta kalan zamanlarda, kendimi alışveriş merkezlerinde buluyor, hafta sonlarını ise gezerek ve sanatsal etkinliklere katılarak geçiriyorduk. Kıbrıs’a senede bir defa iki haftalığına gelebiliyorduk, bunun yanında ailelerimiz ara sıra yanımıza uğruyor sonra kendi hayatlarına geri dönüyorlardı. Yirmi beş yıl baba evinde yaşadıktan sonra, bir kuş gibi kendi hayatıma uçuşum biraz sancılı olsa da, kendimden kendimi doğurmama, ayaklarımı yere sağlam basmama vesile olmuştu. Maceralar, acılar, özlem, mutluluklar ve heyecanlarla geçen dokuz yıl, benim ben olabilmemi sağlamıştı. 

Yurtdışında edindiğimiz hayat ve iş tecrübesi sonrasında, o zamana kadar Kıbrıs’ta bir fanusun içinde yaşamışız hissine kapıldık. Gerçek hayatla yüzleşmek, mücadeleler vermek, zorlukların üstesinden gelmek bize böyle hissettirdi. Büyük şehirde yaşamak hiç kolay değil, özellikle küçük bir çocuğunuz varsa, çalışıyorsanız ve yakınlarınız yanınızda yoksa. Hatırlıyorum; bir gün iş çıkışı eve girmek üzereyken, kaldırımda hızla geçmekte olan bir bisikletli bana hızla çarpmış ve beni yola savurmuş, yerde sürüklenerek durmama neden olmuştu. Arabada bekleyen çocuğum, ne yapacağını nereye koşacağını şaşırmış şok içinde kalan çaresiz eşim bir tarafta, acılar içinde yol ortasında kanayan yaralarımla yerde yatan ben ise diğer tarafta; yoldan geçen bir kişi bile yanımıza gelip de yardıma ihtiyacımız var mı diye sormadı, göz ucuyla bakıp geçtiler. O an hissettiğim yürek acısı, kanayan yaralarımın acısından daha baskın geldi. Oysa bizim insanımız böyle miydi? Yardıma muhtaç olana el uzatır, yardım eder, kol kanat gerer. Bunun gibi başımıza gelen talihsizlikler; zor zamanlarda bir destek bulamamak, ağır geliyor insana.

Orada kapınızı çalanların sayısı yok denecek kadar azdır ama her gün kapınıza postacı gelir ve yığınca mektup bırakır. Her mektubu açmak, okumak, mektuplarda önerilen talimatlara uymak için ilgili kurumlarla yazışmak, konuşmak ayrı bir iştir. Günün en az bir saatini de bu işlere ayırmanız gerekir. Eve gelince, yok öyle yoruldum deyip de biraz dinlenmek. Her an tetikte, her an alarmda olmanız gerekir. Bir de mümkünse hastalanmayın. Eğer hastalanırsanız mahalle doktorunu görmek için sağlık ocağını saatlerce aramalısınız. Doktora gidince de saatlerce bekledikten sonra sedyeye değil, koltuğa oturursunuz ve doktor eliyle muayene etmeden size sorular sorar, cevaplarınızı bilgisayara yazar ve yüzünüze bakıp paracetamol kullan deyip eve gönderir. Eğer tatmin olmazsanız, endişeli damgası yersiniz! Eğer şansınız yaver de giderse, belki sizi hastahane doktoruna yönlendirir ama hastahane doktorunu da yine eğer şanslıysanız üç ay sonra görürsünüz. Yalnızken tüm bunları bir şekilde idare edebiliyorduk ama çocuğumuz olduktan sonra işler değişti. Ateşler içinde yanan çocuğumuzla acile gidip doktoru beş dakika görmek için tam altı saat beklemek bize zor gelmeye başladı. Fakat iyi kötü düzenimizi kurmuştuk bir kere. İşlerimiz, dolgun maaşlarımız, evimiz, dostlarımız, Londra’daki ailemiz vardı ama günün birinde ülkemize dönme niyetimiz de.

Günlerden bir gün, bahçede çiçek ekerken telefonumuz çaldı. Telefon görüşmesini hızlıca bitiren eşim yanıma geldi ve Kıbrıs’ta bir iş fırsatı çıktığını söyledi. Ben her zamanki gibi çok heyecanlandım. Eşime kalsa o bir süre daha orada kalma niyetindeydi ama benim bir an evvel dönmek istediğimi biliyordu. Fakat iş ciddiye binince aklım biraz karışmadı değil. Yıl 2014 ve o zamanlar Kıbrıs’ta yıllardır devam eden statükoya bağlı sorunlar da dahil olmak üzere, bizi İngiltere’ye göç ettiren daha birçok sorun çözümsüz bir şekilde dururken, oradaki düzenimizi yıkıp İngiltere’ye dönmek akıllıca olacak mıydı? Eşim; “Böyle bir iş fırsatı bir daha on beş yıl sonra karşımıza çıkar, iyi düşün karar ver, artık yakın zamanda böyle bir imkânımız olmayabilir, çocuk da daha küçükken dönersek döneriz, sonra zor olabilir” deyince, ikinci bir fırsatın çok uzak olduğunu düşünerek; “Başvur bakalım, sonuç ne olacak ona göre karar veririz” deyiverdim ve karar verme sürecini böylelikle biraz da olsa ertelemiş oldum. 

İş görüşmeleri netice verene kadar, eşimle karşılıklı oturup, ileriki hayatımızı nasıl yaşamak istediğimizi, önceliklerimizin ne olduğunu en ince ayrıntısına kadar konuştuk ve irdeledik. Konuyu sadece maddi açıdan ele alacak olsaydık şayet; karar belliydi, kesinlikle İngiltere’de kalmak çünkü Kıbrıs’a dönmek maddi imkânlar açısından intihar sayılacaktı. Eşimle ortak yönlerimizden bir tanesi; her ikimiz için de, maddiyatın değil manevi değerlerin ön planda olmasıydı. Çocuğumuzun güvenli bir yerde büyümesi, aile ilişkileri, iklim koşulları, hayallerimiz, huzurumuz ve mutluluğumuz açısından Kıbrıs ağır basıyordu. Kıbrıs’ta gelecek yok diyenler oldu, çocuğunuzu düşünün diyenler de. Biz aynı fikirde değildik. Kıbrıs’ta gelecek inşa edilirken, biz de elimizi taşın altına koymak, İngiltere’de edindiğimiz donanımı kendi ülkemize taşıyarak, topluma faydalı olabilmek niyetindeydik. En önemlisi de çocuğumuzu köklerinin ait olduğu ülkede, Kıbrıs kültürüyle büyütmek, aile bağlarının önemini ona göstermek ve yaşatmak arzusundaydık. Oğlumuz da tıpkı benim gibi İngiltere’de mutlu değildi ve biz mutsuz ve yalnız bir birey yetiştirmek istemiyorduk. Kararımızı vermiştik; ülkemize dönmek, ailemizin yanında olmak, çocuğumuzu Kıbrıs’ta yetiştirmek ve ülkemize faydalı olabilmek istiyorduk. 

İngiltere’deyken “Bir siz mi fazla geldiniz, bir sizi mi sığmadı bu Kıbrıs, artık geri dönün” diyenler olduğu gibi,  döndükten sonra; “ deli mi oldunuz da döndünüz, bitti artık bu memleket, bir fırsatını bulursak biz gaçacayık” diyenler de oldu. Ne paradoks ama! Gittik olmadı Kaldık olmadı. Gidenler bilecektir; bir kere göç ettiniz mi artık tek bir yere ait değilsinizdir. Belli bir süre sonra gittiğiniz yere de bir aidiyetiniz doğuyor çünkü. Yaşanmışlıklar, deneyimler, anılar, alışkanlıklar, yollar, sokaklar ve dostluklar sizi bir şekilde oraya da ait yapar. Bir parçanızı memleketinizde, diğer parçanızı gittiğiniz yerde bırakırsınız. Dünyalı olmak da böyle bir şey olsa gerek. Fakat ne olursa olsun her giden, günün birinde mutlaka geri dönmeli, hem de tüm donanımını valize doldurarak. Bu ülkenin bize ihtiyacı var. Ülkemize, geleceğimize sahip çıkmak hepimizin boynun borcudur.

Tam anlamıyla bir Kıbrıs aşığı olan bana, günün birinde İngiltere’ye göç edeceğimi söyleselerdi asla inanmazdım. Hayat öyle tuhaf ki; başka planlar yaparken o bizi bambaşka yollara sürüklüyor, bambaşka kapılar açıyor, sürüklediği yollara gitmek zorunda bırakıyor. Hayat bizi, olmanız gereken insana dönüştürmek için edinmemiz gereken tecrübeleri yaşatıyor. Pişiriyor, eğitiyor, farkındalık kazandırıyor, güçlendiriyor ve dönüştürüyor. Yaşadığımız her musibetten bin hayır çıkarıyor. Şikâyet ettiğimizi elimizden alıp, bizi ona hasret bırakıyor, değerini anlamamızı sağlıyor, hem de ancak bir Kıbrıslının anlayacağı türden yapıyor bunu. Sonra, gurbette heba olup giderken bir dalga geliyor ve bizi Kıbrıs’a doğru sürüklüyor. Verdiğimiz her karar hayatımızda bir kırılma noktası yaratabiliyor. Bazen sadece akışta kalmak, dalgalara direnmemek ve teslim olmak gerekiyor. Su akıyor ve yolunu buluyor. Olması gereken bir şekilde oluyor.

Kucak dolusu sevgilerle…