Evrim Teorisi, canlı türlerinin yaşadıkları ekosistem içerisinde hayatta kalabilmeleri için geliştirdikleri yapısal (fiziksel) ve davranışsal birtakım özelliklerini, “Adaptasyon” olarak tanımlar. Buna göre hayvanlar ve bitkiler, evrim boyunca yaşamsal ihtiyaçlarına göre çevrelerine adapte olabildikleri oranda varlıklarını sürdürdüler. İngiliz biyolog Charles Darwin’in Evrim Teorisi’nde “Doğal Seçilim” (Natural Selection) dediği süreç bu şekilde oluşurken, adaptasyon süreçlerini tamamlayamayan türler ise yok olup gittiler.

Öncelikle adaptasyon denen kavramı örneklerle somutlaştırmaya çalışalım.

Oldukça uzun kirpiklere ve kapaklı burun deliklerine sahip develer, binlerce yıl içerisinde gelişen bu fiziksel özellikleri sayesinde, yaşamlarını sürdürdükleri ekosistem olan çöllerde sıkça rastlanan kum fırtınalarına karşı göz ve burunlarını korumayı başarıyorlar. Geniş ve yassı ayak tabanları kuma gömülmelerini engellerken, yağ ve su depolayabildikleri hörgüçleri sayesinde uzun süre açlığa, susuzluğa ve çöl iklimine dayanabiliyorlar.

Yine bir çöl canlısı olan kaktüslerin uzun ve geniş kökleri, uzak ve derinlerdeki su kaynaklarına ulaşabilmelerine, yapraklarının olmayışı su kaybının önlenmesine, kalın gövdeleri suyu depolamalarına, dikenleri ise bir yandan güneş ışınlarını yansıtarak sıcaktan korunmalarına, bir yandan da hayvanların onlara yaklaşamamasına yardımcı oluyor.

Kaplanların çizgili derileri onları Asya ormanlarında kamufle etmeye, yastıklı ayakları sessizce avlarına yanaşabilmelerine, keskin dişleri avlarını kolayca parçalamalarına yarıyor. 

Evrimsel adaptasyonu en iyi başarmış canlılar arasında gösterilen kutup ayılarının beyaz tüyleri, hem avcı hayvanların onları karlar arasında kolayca görememesini, hem de avlarına görünmeden yanaşabilmelerini, ayaklarının altındaki çıkıntılar yürürken buza tutunabilmelerini, geniş patileri hem buzda kaymamalarını hem de rahatça yüzebilmelerini, iki kalın kattan oluşan tüyleri soğuktan korunabilmelerini sağlıyor.

Tüm bu yukarıda saydıklarımız, yapısal/fiziksel adaptasyon özellikleriyken, balıkların yiyecek bulamayınca göç etmeleri, ayıların soğuk iklim koşullarının sonuçlarından korunabilmek adına kış uykusuna yatmaları, penguenlerin ısınabilmek için gruplar halinde toplanmaları ise davranışsal adaptasyon örnekleri olarak karşımıza çıkıyor. 

Ve gelelim insanlara…

Evrim boyunca büyüyen ve gelişen beyinlerimiz, iki ayak üzerinde yürüyebilme yeteneğimiz, baş parmaklarımızla aynı elimizin diğer parmaklarına dokunabiliyor oluşumuz ve bu fiziksel özelliklerimiz sayesinde taştan gereçler yapabilmemiz, ateşi bulmamız ve bunun sonucunda yemek pişirebilip ısınabilmemiz, barınaklar inşa edebilmemiz ve nihayetinde tarımsal faaliyetlere geçmemiz gibi davranışsal adaptasyon sürecimiz, bizi evrimsel anlamda avantajlı bir konuma taşıyor ve bizi ‘en gelişmiş’ canlı türü yapıyor.

Bilim insanlarına göre türümüzün ortaya çıkışı yaklaşık 2.5 milyon yıl öncesine uzanıyor.  Atalarımızdan sürekli evrimleşerek modern insan özelliklerini kazanmamız, yani “Homo Sapien” olarak adlandırılacağımız noktaya ulaşmamız ise yaklaşık 300,000 yıl öncesi.

Sapien kelimesi Latince’de zeki, bilge anlamında. ‘Bilge’ tür, 300,000 yıl boyunca daha da gelişiyor, geliştikçe yeni fiziki, beşeri, ekonomik, çevresel, iklimsel ve benzeri koşullara adapte oluyor, adapte oldukça gelişmesini sürdürüyor ve ta günümüze kadar geliyor.

Ancak bu bilgelik, bir yandan bilim, teknoloji gibi hayatı giderek kolaylaştıran icatları insanlığın hizmetine sunarken, diğer yandan da dünyayı her geçen gün daha bir yaşanılmaz hale getiren sayısız kötülüğü üretiyor.

Kötülük kimi zaman savaş, kimi zaman açlık, kimi zaman ırkçılık, kimi zaman çevre kirliliği, kimi zaman ekonomik ve sosyal adaletsizlik gibi ‘doğrudan’ biçimlerde karşımıza çıksa da, ‘dolaylı’ kötülüklerin perde arkası ‘kahramanlarının’ başlıcalarından olan yönetenlerin, iyilik kisvesi altında hayatlarımıza enjekte ettiği türlü emsaller ise ne acıdır ki yönetilen konumdaki sıradan insan kitlelerince kanıksanıp, bizzat onlar aracılığıyla çoğaltılıyor. 

Yazının girişinde bahsettiğimiz Evrim Teorisi’nin “Adaptasyon” süreci, canlıların milyon yıllar boyunca hayatta kalıp varlıklarını sürdürebilmelerinin temel gerekliliğiydi. Evrimin büyük oranda tamamlandığı günümüzde (bilim insanlarına göre bazı canlı türlerinin yapısal adaptasyonu hâlâ sürüyor), insanlığın varlığını sürdürmek için artık kendini yaşadığı ekosisteme yapısal anlamda adapte etmeye ihtiyacı yok. Ancak çeşitli nedenlerle her geçen gün yeniden şekillenen çevresel koşullara uyum çabası sürüyor, sürecek.

Tabii bir de Darwin’in teorisiyle açıklamakta zorlanacağımız ‘çarpık’ bir var olma aracı olarak vuku bulan adaptasyon süreçleri var ki, en güzel örneklerinden birini biz Kıbrıslı Türkler yaşıyoruz sanırım.

Varlığımızın devamının koşulu olarak yönetenlerimiz tarafından bize dayatılan entegrasyon politikalarına yıllar içerisinde daha da bir uyumlaşmamızdan bahsediyorum.

Rahmetli Denktaş’ın Annan Planı sürecinde Avrupa Birliği ile ilgili olarak sıkça kullandığı ‘Havuç-Sopa’ benzetmesini hatırlarsınız. Uluslararası literatürde ‘Carrot and Stick Approach’ (Havuç ve Sopa Yaklaşımı) olarak tanımlanan bu politikayı özetle, insanların korkularına oynayıp ödüller vadederek ‘iş birliklerini satın almak’ olarak tanımlayabiliriz. 

Dünya siyasetinde ülkelerin kimi zaman belirli kesimler, kimi zamansa diğer ülkeler üzerinde egemenlik kurabilmek, onları ‘yola getirmek’ amacıyla başvurdukları bu yöntem, biz Kıbrıslı Türkler üzerinde on yıllardır öylesine başarıyla uygulandı ki, yukarıda bahsettiğimiz entegrasyon politikalarına uyumlaştığımız oranda var olacağımız, bu politikalara karşı direndiğimiz orandaysa bedel ödeyeceğimiz algısı iliklerimize kadar işletildi. Ve geldiğimiz noktada artık büyük çoğunluğumuzun ‘motivasyonu’, duruma göre kişisel, duruma göreyse zümresel bedeller ödememeye odaklandı.

‘Ya düzene adapte ol ve hayatta kal, ya da düzene karşı çık ve yok ol’…

Bu ‘Sopa Korkusu’ ikliminde, yönetenlerin gönüllü suç ortakları haline gelen bizlerin de mütemadiyen çoğalttığımız bu mottoda, yanlış olansa şu:

Adapte oldukça var olmuyor, tam aksine, adapte oldukça yok oluyoruz!