Akan Kürşat davası, Barolar Birliği’nin tutumu

Gary Robb davasını hatırlarsınız. İngiltere’de uyuşturucu kaçakçılığından mahkumiyeti bulunan Robb, KKTC’de sahibi olduğu AGA Developments aracılığıyla, Girne’ye bağlı Arapköy’deki Rum malı araziye villa inşa projesi kapsamında, çoğunluğu İngiliz olan 57 müşteriyi dolandırmıştı. 

Kaptırdıkları paranın izini süren kurbanların yürüttüğü hukuk mücadelesini takiben, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin hakkında çıkardığı Avrupa Tutuklama Emri’yle İngiltere tarafından Lefkoşa’ya iade edilen Robb, Rum mallarının yasa dışı kullanımıyla ilgili 11 farklı suçtan hüküm giyip, Eylül 2011’de 11 ay hapis cezasına çarptırılmıştı. 

Rum mallarıyla ilgili Kıbrıs Cumhuriyeti’nin çıkardığı Avrupa Tutuklama Emri’nin (European Arrest Warrant) uygulanabilir olduğunu ve Ceza Yasası’nın taşınmaz mallar konusundaki ilgili  düzenlemelerine binaen ceza davalarının açılabileceği gerçeğini bizlere göstermesi açısından, Robb davası mülkiyet konusunda ciddi bir “alarmdı”. 

Fakat bizler ne yazık ki Rum taşınmazları üzerinde pervasızca yapılan inşaatlar konusundaki bu “frene basma” uyarısını görmezden gelerek, aslında Kıbrıs Cumhuriyeti’ne, konuyu hukuk yolunu kullanarak bir siyasi baskı malzemesine dönüştürme olanağını kendi elimizle vermeye devam ediyoruz. 

“Burası ayrı bir devlettir ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, adanın kuzeyinde etkin kontrolü yoktur” argümanıyla kendimize bir savunma mekanizması kurgulamaya çalışsak da, o yasalar vardır ve hukuken geçerlidir.

***

Tıpkı Kıbrıs’ın kuzeyinde olduğu gibi, Kıbrıs’ın güneyinde de İngiliz döneminden kalma Fasıl 154 Ceza Yasası yürürlüktedir. Kıbrıs Cumhuriyeti Başsavcılığı’nın avukat Akan Kürşat aleyhine açtığı ceza davası da esasen, diğer maddeler yanında, Ceza Yasası’nın (Criminal Code) 303a maddesine dayanır ve bu madde, [yasa maddesinde kullanılan orijinal ifadeleri değiştirmeden çeviriyorum] “Başka bir kişinin taşınmaz mallarıyla ilgili hileli işlemleri” içerir. 

2006 yılında yapılan bir değişiklikle bugünkü halini alan ve esasen taşınmaz malların ticaretini yapanlarla ilgili olan maddede, [yine orijinal ifadeleriyle] “Dolandırıcılık amacıyla bu tür işlemlere kasten katılan herkesin, yedi yıla kadar hapisle cezalandırılabilecek ağır bir suç işlemiş olacağı” belirtilmektedir. 

Yasa şöyle der:

“Bu hüküm, bir kişinin:

(a) Mülkü başkasına satması, kiralaması, devretmesi veya kullanmasına izin vermesi, 

(b) mülkün satışının, kiralanmasının, ipotek edilmesinin veya başka bir kişi tarafından kullanılmasının reklamını yapması veya tanıtımını yapması,

(c) mülkün satışı, kiralanması, ipotek edilmesi veya başka bir kişi tarafından kullanılması ile ilgili bir sözleşme yapması veya, 

(d) söz konusu taşınmazın satışını, kiralanmasını, ipotek edilmesini veya kullanılmasını kabul etmesi durumunda geçerlidir. 

Burada asıl mesele, yasaların uygulanabilir olup olmadığıdır (Enforcement). 

Bir devletin yasama hakkı elbette sınırsızdır. İstediği yasayı çıkarabilir. Önemli olansa sonrasıdır, yani yasanın fiilen uygulanmasını gerçekleştirebilip gerçekleştiremediğidir. 

Ve hem Gary Robb örneğinde ve hem de şimdi Akan Kürşat örneğinde görüyoruz ki (Kürşat ailesinin, adada inşaat faaliyetleri yürüttüğü sırada Robb’un avukatlığını yapıyor olması dikkate alındığında, bu iki davanın bağlantılı olduğu öne sürülüyor), Kıbrıs Cumhuriyeti, mevcut ‘status-quo’ nedeniyle adanın kuzeyinde etkin fiili kontrol sahibi olmasa da, hukuken karasal toprağı olarak addettiği ada genelinde yasal düzenlemelerini uygulatabilmiş, yani yargı yetkisini kullanmayı başarmıştır.

Avrupa Tutuklama Emri her iki örnekte de etkin bir şekilde çalışmış, iade gerçekleşmiş ve zanlılar Kıbrıs Cumhuriyeti mahkemeleri önüne çıkarılmıştır. 

Son olayda, Kürşat her ne kadar tüm suçlamaları reddediyor olsa da, Kıbrıs Cumhuriyeti’ne iade edilmeyi kabul ederek, aslında fiilen KC’nin o ‘reddettiğimiz’ hukukunun kapsamına girmeyi, yani yargı yetkisinin varlığını da kabul etmiştir. 

Tekrar edecek olursak, Kıbrıs Cumhuriyeti, biz hukuken varlığını tartışadursak da, ilgili yasalarını kuzeydeki taşınmazlar bağlamında da işletmeyi başarmıştır. 

Gerisi laf-ı güzaftır!

***

Kıbrıs Türk Barolar Birliği’nin, Akan Kürşat davasıyla ilgili düzenlediği basın toplantısını büyük bir merakla takip ettim, çünkü bana göre böylesi bir konuda siyasetin ve siyasetçilerin ne dediğinden çok, hukukun ve hukukçuların ne dediği önemlidir. 

Yanı sıra Barolar Birliği, yoğun müdahale koşullarında hayatta kalmaya çalışan Kıbrıslı Türkler’in yargı bağımsızlığının korunabilmesi adına, önemli bir direnç alanımızdır. Dolayısıyla da bu kurumun ne söylediği, hem bir vatandaş, hem de bir gazeteci olarak, benim için değerlidir.

Fakat anladığım kadarıyla Başkan Esendağlı da, bu konuda biraz toplumsal hassasiyetle hareket edip, bir nevi siyasi bir pozisyon alma ihtiyacını hissetmiş ve Kıbrıs Cumhuriyeti Başsavcılığı’nın Akan Kürşat’a isnat ettiği suçlara ilişkin fiillerin, hem güneyde hem de kuzeyde aslında suç teşkil etmediğini ileri sürmüştür. 

Kıbrıs sorunu bağlamından bakıldığında, esasen hukuki anlamda, dolayısıyla da siyasi anlamda büyük bir karmaşa olan ve özellikle son dönemde yabancılara yapılan kontrolsüz satışlarla iyice bir ‘Gordion Düğümü’ halini alan mülkiyet konusuna, işin bu boyutuyla da değinmek, içinde bulunduğumuz şartlarda kanımca zaruridir. 

Son derece çetrefil bir yapıda olan mülkiyet meselesinin, bireysel davalarla değil, Kıbrıs sorunu kapsamında ele alınıp çözülmesi gerektiği konusundaki görüşe katılmakla beraber, çözümsüzlüğü fırsat bilip her geçen gün bu meseleyi daha da içinden çıkılmaz hale getiren faaliyetlere ilişkin bir pozisyon alma sorumluluğumuzun olduğuna da inanırım.

“(…) Rum tarafının iddiası, bu malların sahibinin, 1974 öncesi mal sahibi olan Rumlar olduğu, KKTC’de yapılan koçan işlemlerinin hiçbir geçerliliğinin olmadığı yönünde…Ve burada KKTC kanunlarına göre hareket etmekle mükellef olan bizlerin, aslında bu kanunları göz ardı edip, 1974 öncesi kanunlar varmış gibi hareket etmemiz beklentisi içerisinde (…)” diyor Esendağlı.

Gündelik hayatımızda, KKTC’nin çıkardığı yasalara, koyduğu kurallara tabiyiz elbette. Bireysel olarak mülk edinirken de yine öyle.

Sadece 1974 öncesinde Türk koçanlı olan taşınmazlarla sınırlı bir yaşam alanı kurabilmemiz fiilen ne yazık ki mümkün olamadığından, Rum koçanlı taşınmazlar da kullanım alanımıza girmiştir. 

Ve fakat burada işin insani boyutu dikkate alındığından değil midir ki, mülkiyet meselesinin Kıbrıs sorunu bağlamında çözümüyle ilgili çeşitli yöntemler geliştirilmiş, örneğin Annan Planı kapsamında mülkün ilk sahibi ve şimdiki kullanıcısı arasında nasıl tanzim edileceğine ilişkin kriterler saptanmıştır.

Mülkiyet hakkının, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 1 numaralı Ek Protokolü kapsamında garanti altına alınmış temel bir insan hakkı olması gerçeği nedeniyle değil midir ki Louzidou davası kaybedilmiştir!

Sonrasında gelen Arestis davası sırasında, bu gerçeği dolaylı olarak kabul ettiğimizden değil midir ki bizzat biz Kıbrıs Türk tarafı olarak, Taşınmaz Mal Komisyonu’nu kurmak zorunda kalıp, bu komisyon aracılığıyla takas, tazminat ve iade gibi seçenekleri gündeme getirip, o dönemde AİHM’nin Arestis davasıyla beraber sıradaki diğer benzeri davaların (Türkiye’nin bir iç hukuk yolu olarak) kuzeydeki iç hukuka yönlendirilmesi sağlanmıştır! (Komisyonu, AİHM’nin öngördüğü biçimde etkin bir iç hukuk yolu haline getirip getiremediğimiz meselesiyse elbette ayrı bir konu başlığıdır.)

Ama şu anda tartışılması gereken esas önemli mesele kanımca şudur; bir taşınmazı bireysel olarak kullanmakla, o işin ticaretini yapmak aynı şey değildir, hem de mülkiyet konusundaki hukuki gerçekler ortadayken. 

İşte bu noktada Esendağlı’nın “mülkiyet konusunda bizden 1974 öncesindeki yasalar varmış gibi hareket etmemiz bekleniyor” eleştirisi tartışmaya açılır.

Mülkler 1974’ten bu yana defalarca el değiştirdi, artık ciddi anlamda bir yabancı hakimiyeti  var; Ruslar, Ukraynalılar, İranlılar, İngilizler, İsrailliler… 

Mülkiyet meselesini artık, Annan Planı’nda kabul ettiğimiz çerçeveyle dahi çözülemeyecek hale getiren bir katastrof yaşıyoruz.

Ve hâl böyleyken, evet konu mülkiyetse, hepimizin, özellikle de büyük çaplı ticari projeler söz konusuysa, AİHM’nin ilgili kararlarını akıldan çıkarmadan hareket etmek gibi bir sorumluluğumuz olmalıdır!

Tekrar tekrar altını çizmekte bir beis görmem, mülkiyet meselesinin bireysel davalara, özellikle de ceza davalarına malzeme yapılmasının, taraflar arasına daha da nifak sokmakla sonuçlandığına ve barışa hizmet etmediğine inanırım. Ama en az onun kadar inandığım bir diğer nokta da, Rum taşınmazlarının yağma hasanın böreği gibi satışının, devasa bir ticari çıkar alanına dönüştürülmesinin de bizi bir o kadar çözümden uzaklaştırdığıdır.

Ve bu fütursuzlukların bize yüklediği bir diğer maliyet de ne yazık ki, Kıbrıs Cumhuriyeti devletinin, elinden gelen tüm hukuki ve siyasi argümanları kullanarak daha da üzerimize gelmesidir.