Bir Single, Bir Kitap, Bir Tiyatro Oyunu

Kıbrıs’ın bahar aylarını çok severim. Sanatsal etkinlikler açısından dolu dolu geçer. Sergiler, yeni çıkan kitap tanıtımları, müzik dinletileri, tiyatro oyunlarıyla sanatsal açıdan coştuğumuz aylar içindeyiz. 

Bunca olumsuzluk, bunca kötü günleri başka türlü atlatamazdık zaten. İyi ki sanat var, iyi ki bu ülkede yaşayan, yaşamak için çabalayan, üreten, tüm zorluklara rağmen direnen, ürettiklerini bizimle paylaşan sanatçılar var. 

Sanatın her çeşidini anlamamız mümkün değildir elbette. Ancak anlamasak da sanat olmalıdır hayatımızda. Hiç bilmediğimiz bir dilde keyifle dinlediğimiz müziktir bazen sanat ya da saatlerce önünde durup baksak da anlayamayacağımız ama beğeneceğimiz bir tablo. Marina Abramovic’in dediği kadar basittir aslında sanat. 

“Bir keresinde Picasso’ya, eserlerinin ne anlam ifade ettiği sorulmuştu. “Kuşların ne cıvıldadığını anlıyor musun? Hayır. Ama yine de dinliyorsun.” cevabını vermiştir. Bazen sanatta önemli olan sadece bakmaktır.” Marina Abramovic

Sanatı anlamaya çalışmak şart değildir. Bakmak bile yeterlidir. Sanatın ruha etkilerini bilmeyen yoktur sanırım anlamasak bile. Sanat siz fark etmeseniz dahi sizi iyileştirir. Öğretir, değiştirir ve bilinçaltınızda birikir. Sizi bambaşka bir insan yapar. Elbette bu anlamda çoğu ülkede yaşayan insanlar bizden şanslıdır. Sokaklar sanat doludur. Sokakta müzik vardır, heykeller vardır, yüzlerce yıllık tarihi binaları sapasağlam ayaktadır. Sokaklar resim tablosu gibidir kimi ülkelerde. Yürümek, dolaşmak size iyi gelir, keyif verir. Birçok ülke kadar şanslı olamasak da bizim de çok iyi sanatçılarımız vardır. Her geçen gün de sanatsal aktiviteler artmaktadır. G.S. Hilard’ın dediği gibi “Sanatı duyan insanlarla, sanatı anlayan insanlar çoktur; ama sanatı hem duyan, hem de anlayan insan pek azdır.” Sanatı hem duyan hem de anlayanların çoğalması için de daha çok sanata ihtiyaç vardır. O yüzden bizlere düşen sanatı, sanatçıyı  desteklemektir. 

Bu hafta size benim izlediğim, okuduğum, dinlediği ve etkilendiğim üç farklı sanat dalından ve sanatçılardan bahsedeceğim. Bir Müzik,  Bir Kitap ve Bir Tiyatro. 

OKAN ERSAN’IN DİLLİRGA-MA SİNGLE

Jazz fusion gitaristi, besteleri ile dünyada da adından söz ettirmeyi başaran Kıbrıslı müzisyen sevgili Okan Ersan’ın Dillirga-Ma single’ı Sportify’da müzikseverlerle buluştu geçtiğimiz günlerde. Yıllardır takip ettiğim, albümleri uzun yol yolculuklarımın vazgeçilmezi olan çok sevdiğim ve çok değer verdiğim bir sanatçıdır Okan Ersan. Kıbrıs’ın başarılı sanatçıları sıralamamda da her zaman ilk sıralarımda yer alır. 

Bana göre bir sanatçının başarı göstergesi bu küçücük adanın dışına çıkabilmesi, daha büyük bir pazarda, dünyadaki otoritelerin eleştirisine sunabilmesidir ürettiklerini. Okan Ersan da bunu yıllar önce başaran ve jazz fusion gitaristleri arasında tüm dünyada ilk sıralarda yerini almış bir müzisyendir.  

2003 yılında dünyaca ünlü İngiliz Guitarist dergisinin düzenlediği yarışmaya “To Whom It May Concern” adlı çalışması ile katılıp 2003 yılının en iyi 5 gitaristi arasına girmiştir. Daha sonra bu çalışma ile aynı adı taşıyan ilk albümünü 2005’te yayınlayan sanatçı, 2011 yılında da ”A Reborn Journey”  ile dünya müzik piyasasındaki yerini güçlendirmiştir. Aynı zamanda 2011 yılında  Grammy Ödüllerine 5 dalda aday adayı olmuştur. “To Whom it May Concern” albümü ile Amerika turnesinin Kansas City Jazz Festival ayağında ise Grammy Ödüllü müzisyen Billy Paul’a eşlik etmiştir. Okan Ersan’ın daha sonraki yıllarda beraber sahne alma şansını da yakaladığı etkilendiği müzisyenler: Steve Lukather, Mike Stern, Frank Gambale, Al Di Meola, Robben Ford, Scott Henderson ve Ritchie Blackmore’dur. 

Sürekli kendini geliştiren ve yenileyen, müziğini farklı alanlarda kullanan bir sanatçıdır Okan Ersan. 2019 yılında Nabiru albümünü ve 2023 yılında da (benim de favorilerimden olan)  albümü “You must Believe in Spring” albümlerini çıkardı. Sanatçının tüm albümleri ve  single’ları sportify’da dinleyebilirsiniz.  

Okan Ersan müziği; besteleriyle başka boyutlara taşıyan bir müzisyendir. Helin ile Frankfurt’ta Goethe’nin evini ve müzesini gezerken kendi yaptığı çalışmaların olduğu bölümde “Renk kuramı” üzerine yaptığı çalışmaları çok ilgimizi çekmişti. Okan Ersan da renklerin müziğini bestelemiş bir müzisyendir. Hatta bu çalışmalarını Ümit İnatçı’nın “Armonia Mundi” adlı sergisinde, eserlerindeki müzikaliteye işitsel boyut kazandırmak üzere eşlik etmişti sergiye. İnanılmaz bir deneyimdi biz sanatseverler için. 

Okan Ersan’ın dünyada böyle büyük başarılara imza atmasının birçok sebebi vardır elbette. Müzisyen bir aileden geliyor olması, müzik alanında ona fırsat tanıyan, destekleyen bir ailesinin, sevdiklerinin olması, çok çalışkan ve üretken olması, müziğe tutkuyla bağlı olması, hayat arkadaşının da onu desteklemesi, ilişkilerinde harmoni ve aşk olması elbette önemli nedenlerdendir. Ancak bunlara ek olarak ve bana göre en önemli nedeni;  birçok Kıbrıs’lı Türkün kafasına kazınan ve birçok konuda bir türlü ilerleyemememizin esas nedeni olan “kafasında sınırların” olmamasıdır. Okan Ersan dünyalıdır. Bu nedenle besteleri dünyanın her yerinde müzikseverlerin dinleyebileceği müziklerdir.

Dillirga bir Kıbrıs parçasıdır. Çok sevilen ve bilinen kültürel bir ezgimizdir. Okan Ersan Dillirga’yı alıp bambaşka boyutlara, evrensel boyutlara taşımıştır. Dillirga-Ma artık Sportify’da tüm dünyada dinlenen Jazz fusion tarzında bir parçadır. (Jazz fusion: 1960 yıllarının sonlarında müzisyenlerin Jazz armonisini ve doğaçlama müziklerini Rock müzik, funk ve ritm ve blues müzik ile birleştirdikleri bir müzik türüdür.)  

Okan Ersan’ın Dillirga-Ma bestesine katkı koyan müzisyen arkadaşları; Tenor Saksafon’da Engin Recepoğulları, Piyano-Rhodes ve Synth-Pad’lerde Çağrı Sertel, Bas Gitarda Eylem Pelit ve davulda Volkan Öktem’i de anmadan geçmeyelim. Emeklerine sağlık. 

Bu Single’da ekip ruhu vardır. Sezgi vardır. Duygusallık vardır. Yılların birikimi vardır. İnanmışlık vardır. Tutku vardır. Dinlerken insanın içini titreten bir çalışma olmuş. Tek kelime ile muhteşem. Etkilenmemek mümkün değil. Gurur duyuyorsunuz. Bu ülkede yaşadığı için, kaçmadığı için, direndiği için, müzik yaptığı için.

Parçayı ilk dinlediğimde heyecandan alkışlamıştım. Şahane demiştim. Bravo Okan Ersan. Gerçekten Bravo! Umutsun gençlere. Umutsun,  her yanı sınırlarla çevrili bu ülkede, dar kafalı insanlar arasında yaşamak zorunda bırakılan, her gün kötü haberlerle uyanan, vasatlığın, çirkinliğin, iş bilmezlerin arasında yaşamaya çabalayan bizlere, müzikle uğraşan, sanatla uğraşan herkese.. 

Ülke tanıtımı böyle yapılır işte. Trilyonlar harcanan elçiliklerde çalışanların yapamadığını sanatçılar ve sporcular yapmaktadır. Ülkemizi tanıtmakta 50 yıldır başarısız olan yöneticiler bu sanatçıları, sporcuları; görün, alkışlayın, destekleyin en azından, ya da köstek olmayın yeter. Kutlarım seni Okan Ersan. İyi ki varsın...

“PARKTA GÜZEL BİR GÜN” OYUNU

Geçtiğimiz haftalarda İstanbul izleyicisi ile buluşan “Parkta Güzel Bir Gün” oyunu 27 Mart dünya tiyatro günü dolayısı ile 25 martta ilk kez sahnelendi Lefkoşa Belediye Tiyatrosunda. Oyunu yazan: Kieran Lynn, Yöneten: Kıymet Karabiber Çeviren: Yeşim Gökçe Oyuncular: Melehat Melis Günalp, İzel Seylani ve Aytunç Şabanlı.  Dekor, Kostüm Tasarım: Özlem Deniz Yetkili, Işık Tasarım: Salih Kanatlı, Afiş Tasarım, broşür ve fotoğraf: Umut Ersoy,  Dekor Kostüm asistanı: Asya Kazafanalı, Efekt Uygulama: Mehmet Eseri, Sahne Amiri: Mehmet Demir. 

Oyun; parkta güzel bir gün geçirmek için parka giden iki sevgilinin  (Olivia ve  Artur’un)  ülkeyi ikiye ayıran sınırın, bulundukları parktan geçmesi ile ilginç hale gelen günlerini anlatan bir oyun. Sınır, park görevlisi tarafından tam da bulundukları parkın ortasından geçirilir. Park görevlisinin görevini çok fazla ciddiye alması sonucu Olivia ve Artur ülkenin her iki yanında kalıp, ayrı düşüyorlar. Aralarını açan sınır çizgisi ilişkilerini sorgulamalarına sebep oluyor. Park görevlisi ile iki sevgili arasında arasında geçen olayların içinden çıkılmaz bir hal aldığı traji-komik durumu anlatan bir oyun “parkta güzel bir gün”. 

Bu oyun bize çizilen hayali çizgilerin, sınırların hayatımızı nasıl etkilediğini, verdiğimiz tepkileri, doğruluğunu sorgulamadan, görev icabı yapılan işleri anlatan bir oyun. Park görevlisinin emri vereni tanımadığı halde görev aşkı ile nasıl itaat ettiğini, hatta görev uğruna bir insanın canını bile alabileceğini gözler önüne seren bir oyun. Gerçek hayatta da park görevlisinin rolünü üstlenenler çoktur hatta  can alıp kahraman olanlar bile var adamızda. 

Melis, İzel ve Aytunç yine oyundaki rollerini laiki ile yerine getirdiler. Aytunç Şabanlı verilen görevi canla başla ama hiç sorgulamadan yerine getiren park görevlisini, Melis (Olivia) çekilen saçma sapan sınırı yıkmak için mücadele veren ve bu sınıra inanmayan, sevgilisini sınırı ihlal etmeye, kendi tarafına geçmeye ikna etmeye çabalayan ama kendisi bunu yapmayan sevgiliyi, İzel (Artur) ise sınırı aşmaya korkan, kabullenen ve mücadele etmek yerine kaldığı tarafta yaşamaya çabalayan bir sevgili rölünü oynadı oyunda. Park görevlisi de, Artur da, Olivia  da aslında ülkemizin insanlarıydılar isim farkıyla? 

Sınır bekçiliği yapan da, mücadeleden kaçan, korkan da, mücadele eden var ülkemizde. Ancak korkanlar ve mücadele etmeyip olduğu tarafta yaşamaya çalışanlar çoğunlukta ki hala ülkemizi ortasından ikiye bölen sınırı yıkmayı başaramadık 50 yıldır. 

Bu oyun nedense bana The Reader (Okuyucu) filmi hatırlattı. II. Dünya savaşı sonrasında savaş suçları mahkemesinde yüzlerce Yahudi esir kadın kiliseye kitleyip yanarak ölmelerine sebep olan Auschwitz'de çalışmış kadın gardiyanların sorguları sırasında “neden kilidi açmadınız?” sorusu karşısında afallayan savaş suçlusu gardiyan kadının “görevim bunu yapmaktı” demesi gibi. Sorgulamadan görevini yerine getiren insanlar sayesinde binlerce insanın hayatını kaybetmesi de işte bundandır, 50 yıldır barışı sağlayamayan yetkililerinin de sebebi budur “verilen görevi yerine getirmek”. 

Ayrıca ülkeyi ortadan bölen sınırların yanında her gün maruz kaldığımız ne sınırlarla mücadele ediyoruz. Okullarda çocuklara, kadınlara, eşler birbirine, işte, sokakta, sosyal hayatta, kafalarımızda, sınırlarla dolu bir hayat yaşıyoruz. 

Günümüzde de verilen görevi hiç sorgulamadan yaptıkları usulsüzlükler, sahtekarlıklar, yasal olmayan onca işi sırf onları işe alanlara duydukları minnetten dolayı değil midir? Hak etmedikleri yerlere gelen ve bu konumlarını kaybetmemek için bir emirle halka saldıranı da gördük, usulsüzlük yapanları da, insanlara şiddet uygulayanı da.

27 mart dünya tiyatro günü dolayısı ile oynanıyor “Parkta güzel bir gün”. Oyun çok önemli bir konuya parmak bastı yine yeniden LBT. “Sınırlara”.  Hapsolduğumuz sınırlar içindeki ülkemizi de temsil eden bu oyun çok anlamlıydı bana göre. Tiyatro, toplumun aynasıdır ve LBT oyunları her daim ülkenin gerçeklerini bize ayna tutarak yansıtmaya devam ediyor. Ne yazık ki konu hiç değişmiyor yıllardır. Sınırlar kalkmıyor. Ne ülkede ne de kafalarda bir türlü. 

Yıllardır Yanan Devlet Tiyatrosunun yerine yeni bir tiyatro inşa edemeyen sadece yetkililerin yanında sanatseverler, sanatçılar, tiyatroya önem ve değer veren biz halk da suçluyuz. Gökten bir kurtarıcı bekliyoruz. Bu bozuk sistemi düzeltip, yıkılanı bozulanı yapsın diye. Sürekli şikayet edip yıllardır harekete geçemiyoruz. 

“Parkta güzel bir gün” oyununun oyuncuları İzel Seylani, Aytunç Şabanlı ve Melis Günalp ve LBT’nun tüm oyuncuları her biri dünyanın her yerinde tiyatro yapabilecek ve ayakta alkışlanacak oyuncularıdır. Bunu da defalarca yaptılar. İyi ki onların sınırları yoktur. İyi ki her yanımızı sınırlarla çevirenlere inat tiyatro yapmaya, cesurca bu ülkede dönen her olumsuzluğu sanat aracılığı ile anlatmaya devam ediyorlar. İyi ki onların sınırı yok. Pablo Picasso’nun söylediğini yaşıyorlar bu ülkede.

 “Biz sanatçılar yıkılmayız ve sanatımızı icra etmek için her şeye gücümüz yeter; bir hapishanede, hatta bir toplama kampında, hücremin tozlu zeminine ıslak dilimle resim yapmak zorunda kalsam bile.”  Pablo Picasso

STELLA ACİMAN’IN “ATEŞ SU TOPRAK” KİTABI

Sevgili Stella ile yollarımız yıllar önce Passatempo dergisinde yazarken kesişmişti. Daha sonra da Adres Kıbrıs dergisinde birlikte yazmıştık. Bir de komşu olmanın verdiği avantajla çokça kahve içmişliğimiz ve sohbetlerimiz vardır Stella ile. 

Stella İstanbul’da yaşayan Yahudi bir ailenin çocuğu. İstanbul’da birçok ırkın bir arada uyum içinde yaşadığı zamanları da bilir, azınlık olarak görüldükleri zamanları da. Ötekileştirilmenin acısını önce ailesi daha sonra da kendisi yaşayan biri olarak azınlıkların hissettiklerini ta içinde hissetmesi, anlaması ve içselleştirmesi doğaldır. Yıllar önce geldiği Kıbrıs’ta burasının ona iyi geleceğini düşündüğünden burada yaşamaya karar verir Stella. Geldiği yıllarda o kadar olmasa da, günümüzde ne kaderdir ki bizim de azınlık haline dönüştüğümüze tanıklık ediyor. 

Azınlık psikolojisini en iyi bilenlerden olduğundan bizlerin (Kıbrıs’lıların) hissettiklerini de çok iyi anlayanlardandır. İnsanın doğduğu evinin, ailesinin, köklerinin olduğu yerde azınlık durumuna düşmenin ne demek olduğunu, söz hakkını yitirmenin hissettirdiklerini bilenlerdendir Stella. Bu yüzden ötekileştirilenlerin hikayeleri her zaman ilgisini çekmiştir. Kıbrıs’ta yaşadığı süreçte de hem dost sohbetlerinde, hem de dergilerde yazdığı süreçlerde her zaman insanların hikayelerine, yaşadıklarına çok değer verdi, dinledi, yazdı. 

18 mart akşamı yeni yazdığı kitabını tanıttı dostlarına Stella. “ATEŞ SU TOPRAK” Yanlış bedenlerde doğan iki insanın çocukluktan yetişkinliğe kadar olan yaşamlarında yaşadıklarını, hissettiklerini, acılarını, fiziksel, fizyolojik, ruhsal değişimlerini ve bu değişim süreçte yaşadıkları zorlukları aktardı bizlere  Stella kitabında. Ve elbette ailelerinin içleri acıtan tepkilerini.

Hem bir kadın, hem bir anne olarak okuduklarım karşısında zaman zaman gözyaşları döktüm ama en çok da kitabın içine girip o çocuklara sıkı sıkı sarılmak ve ben yanındayım demek istedim. Kendini yalnız hissetmenin ne kadar yıkıcı bir şey olduğunu bilenlerdenim. 

Tüm dünyada bu süreci yaşayan insanlar için zordur bunu anlamak, algılamak, kabullenmek ve paylaşabilmek. Yanlış bedende doğmak ve yaşanılan süreç dünyanın hangi ülkesinde  doğarsanız doğun zordur. Hatta bunu bize çok çarpıcı şekilde anlatan “The Danish Girl”(Danimarkalı kız) adında bir filmi vardır. İzleyenler bilir. Yıllardır etkisinden kurtulamadığım bir filmdir. 

Ancak az gelişmiş, hatta gelişmemiş toplumlarda zor olmasının yanında tehlikelidir de. Damgalanır, şiddete maruz kalır, ailelerinizden, okuldan atılır, işsiz kalır, kötü ve istemediğiniz  işlerde çalışmak zorunda kalır, hatta öldürülebilirsiniz. 

Stella bu kitap için yıllarını vermiş. Yazıp yazıp silmiş. Yanlış bedenlerde doğan ve bu zorlu süreçlerden geçen çok insanla görüşmüş, konuşmuş, onların acılarını içselleştirmiş, kendisi de çok zorlanmış ancak sonunda yazmaya ve bitirmeye karar vermiş. Stella’nın kendiyle mücadelesini çok iyi anlıyorum. Ötekilerin hayat hikayelerini anlatmak onların hissettiklerini yazmak, konuşmak sizin de ötekileştirilmenize sebep olur bizim gibi toplumlarda.  Yazdığı hikayelerin daha kötü versiyonları vardır elbette duyduğu, tanık olduğu ama onları yazmış olsaydı eminim günümüzde bu kitabı yayınlayacak bir yayın evi bulamazdı Türkiye’de. 

Ötekileştirdiğimiz her insanın yaşam hikayeleridir aslında kitapta geçen Berrak ve Arif’in yaşamları. Bazen biraz azı, bazen daha fazlasıdır. Yazar kitabında kurguladı karakterlerini ama binlerce Arif, binlerce Berrak vardır tüm dünyada da ülkemizde de. Stella Aciman kitabın sonunu güzel bitirse de ne yazık ki birçok Arif ve Berrak’ın hayatı o kadar güzel bitmiyor bu yüzyılda bile.   

Stella Aciman yanlış bedenlerde doğanların ne yaparlarsa yapsınlar, ne kadar değişirlerse değişsinler ilk hallerinin, yanlış doğdukları bedenlerinin peşlerini bırakmadığını ve kimselerin (en yakınlarının bile) hissettiklerini anlayamadığını çarpıcı bir dille anlatır kitapta. Yalnızca ortak acılar yaşayanların birbirini anlayabildiğini, o yollardan geçmeyenlerin empati kuramadıklarını da tokat gibi yüzümüze vurur Stella kitabında. Aslında kafamızdaki yıkılmayan sınırları anlatır biraz da bize cinsiyetler üzerinde. Oysa insan olmanın birinci şartı benzer bir hayat yaşamasanız, aynı yollardan geçmeseniz dahi her insanı anlamaya çalışmak ve en mühimi saygı duymaktır.  

Bizim gibi olmayanı yargılamak, eleştirmek, görmezden gelmek az gelişmiş toplumların geleneğidir. Kitap aslında bu geleneği yıkmak için okunmalıdır. Kafamızdaki sınırları (erkek-kadın figürünü) kaldırmak için gereklidir. Ötekileştirilenlerin yaşadıklarını, hissettiklerini görmemiz ve anlamamız açısından önemlidir. Her insanı tam da olduğu gibi kabullenmeyi öğrenmeliyiz çünkü. Kırılan, yaralanan, hayatı mahvolanlar  İNSANdır çünkü. Unutulmamalı, yargıladığın kadar yargılanacaksın!

Ateş Su Toprak; Kıbrıs, Türkiye ve Tayland üçgeninde yaşanan iki insanın ilginç yaşam öyküsüdür. Stella Aciman birçoğumuzun konuşmaktan dahi ödümüzün koptuğu bir konuya parmak bastı kitabında. Yanlış bedenlerde doğanların hem kendi içlerinde hem de çevreleriyle verdikleri acıklı mücadeleyi anlattığı kitabını bir solukta okudum. Umarım sizler de okursunuz. Sevgili dostum Stella Aciman’ı kutlarım. Kitap,  Khora kitabevinde satılıyor. Hepinize iyi okumalar dilerim….

“Düşünmek zordur, bu yüzden çoğu insan yargılar” C.G.Jung

FİLİZ UZUN

[email protected]