Pandemi sürecinin de etkisiyle uzun bir süredir Avrupa’ya gitme fırsatı bulamamıştım. Geçen haftaki yazımda bahsettiğim gibi bayramı da fırsat bilerek dört günü Stockholm’de geçirdim. Kuzey Avrupa ülkelerinin diğer tüm Avrupa ülkelerinden daha gelişmiş standartlara sahip ülkeler olduğunu biliyordum ama yerinde deneyimlemek ister istemez kendi ülkemde ne kadar azına razı yaşadığımızla her an yüzleşmeme neden oldu.

En çok etkilendiğim şeylerin başında tarihlerine ve tarihi binalarına ne kadar sahip çıktıkları oldu. Etrafınıza baktığınızda olabilecek en güzel şekilde korunmuş, aslına göre restore edilmiş tarihi binalardan başka bir şey görmüyorsunuz. Yıkılıp yerlerine ucube yenileri dikilmiş kocaman betonlar yok. Bandabuliya olarak bildiğimiz eski kapalı çarşıları bizdekilerin aksine pırıl pırıl ve yerli halkın iş çıkışı gidip içkisini içtiği, dostlarıyla vakit geçirdiği sohbet ettiği, içinde kasabı, manavı, balıkçısı olan bir mekan olarak topluma sunulmuş. Opera binaları, parlamentolar, kraliyet sarayları, oteller ve hatta sinemalar, dokunulmadan, günümüz şartlarına göre uyarlanmış. Ülkedeki hiçbir şey sadece turiste yönelik değil. Öncelik orada yaşayanlara keyif alacakları yaşam alanları sunmak. Şehrin büyüklüğü ve kalabalığına rağmen yollar da mekanlar da tertemiz. Bizim coğrafyamızın aksine restoranlarda, kafelerde, marketlerde, tren istasyonlarında ve temizlik sektöründe çalışanların tamamı İsveç vatandaşı. Yaptıkları her işi severek ve saygı duyarak yapıyorlar. Yapılan işin kalitesinden ve insanların nezaketinden bunu kolaylıkla anlayabiliyorsunuz.

Hayat sabah 9-10 civarlarında başlıyor ve gece saat 10’dan sonra da bitiyor. Tüm kafe ve restoranlar kapanıyor, bu bilgiye sahip olmadığımız ilk gün bir bar çalışanının bize yardımcı olarak “mutfak kapalı ama isterseniz size makarna yapabiliriz” demesiyle bir sonraki günleri daha iyi planlamamız gerektiğini anladık. Gözünüzün gördüğü her şeyde sade bir estetik anlayışı hakim. Yollarda tek bir çöp, gürültü, telaş, bağrış, gerginlik yok. Her canlıya saygı duyuluyor. Kimsenin bir yerlere yetişmek için bir acelesi yok. En önemlisi de insanlar huzurlu. Yollarda, kafelerde dostlarıyla buluşan emekliler görebiliyorsunuz, soğuk ülke insanı diye düşündüğümüz bu insanlar inanmayacaksınız ama karşılaştıklarında kucaklaşıyorlar ( Yaşadıkları ülkenin kendilerine sunduğu güvenli yaşam olanaklarının hayat kalitelerini ne kadar etkilediğini kolaylıkla gözlemleyebiliyorsunuz. Sonra diyorsunuz ki “bizde neden olmasın?”.

Kocaman ama kaostan uzak bir şehir. Şehirde bir sayfiye etkisi yaratmışlar. Havanın sürekli kapalı ve soğuk olmasına rağmen, bebekler dahi koşuyor. Her yol su kenarlarına, kanallara ve denize çıkıyor. Şehir içinde doğayla iç içe bir hayat yaşıyorlar. Şehrin göbeğinde yürürken bir anda kendinizi bir parkın içinde buluyorsunuz. Size ikram edilen çayın tadına önce onlar bakıyor, tadından memnun kalmadıkları çayı size ikram etmiyorlar. Tek amaç bir gelir elde etmek değil. İnsana saygı duymak. İş çıkışı vakitlerinde bir mekanda oturacak yer bulmak neredeyse imkansız. İnsanlar iş sonrası apar topar eve koşuşturmak yerine, mekanlarda bir araya gelerek sosyalleşiyor. Hayat yavaş akıyor, evinize çiçek almak lüks değil. Yol kenarındaki herhangi bir satıcıdan muhteşem renkli laleler alarak evinize götürebiliyorsunuz.

Yapılacak pek çok şey olan bu 57 köprülü şehirdeki mutlaka görülmesi gereken en önemli yerlerden biri bence Nobel Ödülleri Müzesi. Eski şehir olarak bilinen Gamla Stan Meydanı’nda yer alan bu müzenin önemi, ödül kurulun bu binanın üst katında bulunması. Nobel Ödüllerini kazananlar her yıl Ekim ayının ilk iki haftası içinde ve saat 12.00’da açıklanıyor. Bu açıklamadan sadece bir saat önce yani saat 11.00’da ödülleri kimin alacağına karar veriliyor ve 11.55’te de kazananlar telefonla aranarak ödülü kazandığı bildiriliyor. Nobel Ödülleri verildiği zaman geri alınamıyor ve alan kişi ödülü kabul etmese dahi Nobel Ödülü’nü almış olarak tarihe geçiyor. Rehberli turda pek çok ilginç bilgi öğrenebileceğiniz bu müzede, ödülü kazanan kişilerin müzeye bağışladıkları kişisel eşyaları da görme fırsatınız olacaktır. Mesleğimden dolayı olsa gerek benim en çok ilgimi çekenlerden biri, 2005 yılında tıp alanındaki Nobel Ödülü’nü alan Barry J. Marshall’ın müzeye bağışladığı küçük kavanozdu. Mide duvarında yaralanma ve aşınmaya (ülser) neden olan Helicobacter pylori isimli bakteriyi keşfeden Marshall’ın, hipotezini kanıtlayabilmek adına kendisini denek olarak kullandığı ve izole edilmiş bakterileri biriktirip içtiği bu küçük kavanoz ülser ve gastritin tedavisinde antibiyotik kullanımının otoriteler tarafından kabul edilmesine vesile olmuş ve pek çok insanın bu hastalıktan birkaç haftalık bir tedaviyle kurtulmasına yardımcı olmuştur.

Son güne kadar gidip gitmemek konusunda tereddüte düştüğüm, dışardan bakınca alışık olduğumuz Avrupa şehirleri gibi cıvıl cıvıl görünmeyen bu sakin şehre adım attığım anda “iyi ki gelmişiz” dedim. Huzuru iliklerinize kadar hissedebileceğiniz, sıkılmanıza fırsat vermeyen, yaşanası bir şehir Stockholm. Bu harika düzen içinde bizim tecrübe ettiğimiz tek zorluk Avrupa’nın en az nakit kullanılan şehri olmasıydı. Ancak hiçbir işi şansa bırakmayan bu ülke bunu da düşünmüş ve tren istasyonlarından alabileceğiniz tek kullanımlık para kartları üretmişler.

Fırsatı olan herkesin bu güzel şehri bir gün görebilmesi dileğiyle.