ADALI OLMAK

Aslında bu hafta yazımda geçtiğimiz hafta izlediğim Tom Hanks’in “A Man Called Otto” isimli harika filmden ve annemin yaklaşık elli yıldır dostlukları devam eden Altın Kızlar’ından bahsedecektim. Her ikisi de sıcacık dostluk ilişkilerini, anlayışı, empatiyi ve hoşgörüyü hayatın temeline koyan, nezaketin bütün hayatımızı nasıl değiştirebileceğini yeniden hatırlamamı sağlayan çok önemli örnekler. Ancak boğazımdan son zamanlarda hiç gitmeyen o düğüm hem kararlarımı hem de yaşadığım yeri sürekli sorgulamama ve başka hiçbir şeye odaklanamama neden oluyor. 

Özgür iradem ve hayallerimle döndüğüm bu adada son zamanlarda çok büyük hayal kırıklıkları yaşıyorum ve artık umudumu ne kadar çabalasam da canlı tutmakta çok zorlanıyorum. Küçük bir adada, kapalı bir toplumda yaşamak sosyolojik ve kültürel olarak zaten yeterince zorken, bir de ekonomik sorunlar, yönetim beceriksizlikleri, hatalar, ciddiyetsizlik, liyakatsizlik, saygısızlık ve umutsuzlukla boğuşmak sadece bedenen değil, zihnen ve ruhen de çok yorucu ve kaldırılamaz oluyor. 

Kuzey’de yaşayan Kıbrıslılar olarak, ya da genelleme yapmamın doğru olmayacağını düşünürseniz benim çevrem olarak da değerlendirebilirsiniz, adanın bu bölünmüş haliyle ne kuzeye ne de güneye ait hissedebiliyoruz. Her iki tarafta da yabancıyız, ötekiyiz. Arzu ettiğimiz herkesin eşit haklara sahip olarak yaşadığı adil bir düzen olsa da ne yazık ki gerçeklerle her gün yüzleşiyoruz. Vatandaşı olduğumuz Kıbrıs Cumhuriyeti adanın kuzeyinde ikamet etmemiz nedeniyle bizi tam bir vatandaş olarak kabul etmediği için özellikle kamu işleyişinde sürekli sorunlarla karşılaşıyoruz. İzole Kuzey yarıdan bunalıp dünyaya açılabilmek için öncelikle Güney’deki bürokrasiyi aşmak gerekiyor ki yol kat edilmiş olsa da hala netleştirilmeyen konular olduğu için genellikle pek de başarılı olamıyoruz. Sesimizi duyurmaya çalışsak bu sefer adanın Kuzey’ini mesken tutanlar tarafından neredeyse vatan haini ilan ediliyoruz. Oysa hepimiz için daha yaşanabilir bir memleket hayali kuruyoruz sadece. 

Bağımsızlığı, insan haklarını, özgürlüğü, adaleti, eğitimi, sağlığı, barınmayı, seyahat özgürlüğünü, dünya standartlarına göre düzenlenmiş yasaları, inanç özgürlüğünü, iyi yönetimi, düşünce ve basın özgürlüğünü, ekonomik iyileşmeyi, ülkenin sahillerini, doğayı, eğlenmeyi ve insanca yaşamayı talep etmek suç sayılıyor coğrafyamızda. Yıllar önce de böyleydi, ne yazık ki hala böyle. Geçen yıllar boyunca ülkemizde hiçbir şeyin değişmediğini görmek, geleceğe dair umuduma çok ciddi darbeler vuruyor. Geçmişte, kişisel kaygılarımız nedeniyle sesimizi çıkarmayı tercih etmediğimiz yanlış yönetim hamleleri artık bireysel müdahalelere evriliyor Toplumdan bireye dönen yönetim müdahalesi söz konusu. Artık ağzımızdan çıkanlar dahi başkaları tarafından kontrol edilmeye başlandı. Ülke yönetimine değil direkt toplum yaşantısına müdahaleler yapılıyor, ne yazık ki daha önce Türkiye’de gördüğümüz fişlemeler yavaş yavaş ülkemizde de görülüyor. İnsanların düşüncelerine sert müdahalelerle karşılaşıyoruz. Dışarıdan bakıldığında oldukça “modern” yaşayan bir toplum gibi görünsek de kendi kendimizi yönetemediğimiz bağımlı ve ilkel bir düzende hayatımızı idame ettirmeye çalışıyoruz. Bize dayatılmayan çalışılan kültür ve yaşam tarzı bize ait değil ama bu ülkenin yönetici koltuğunda oturanlar bundan hiç de rahatsız görünmüyorlar. Hatta uzun bir süredir ülkenin yönetimi konusunda bir inisiyatif aldıklarına eminim benim gibi pek çoğunuz da şahit olmadı.

Aidiyet duygumuzu bizden alan böyle bir yönetim anlayışıyla nereye kadar ülkemiz için çaba sarf edebiliriz bilmiyorum. Artık sayımızın bir elin parmaklarını geçmediğini düşünüyorum, herkes kendini kurtarmanın derdinde. Haklı olabilirler de. Belki çoğuna göre çağımızda doğru olan kendini kurtarmak olabilir. Ben bu konuda sanırım hala biraz eski kafalıyım ancak yapısı zorla değiştirilmiş bir toplumda bireysel olarak var olmamız, kültürümüzü yaşatmaya çalışmamız çok da mümkün olmaz, sayımız azaldıkça gücümüz de azalır ve sonunda ya teslim olmak ya da terk etmek durumunda kalırız. 

Kürşat Başar’ın Yaz isimli kitabını okuyanlar bilir, kitapta Kıbrıs’a değinilir ve ilk sayfalarında şöyle bir paragraf vardır; 

“Hayatım boyunca kendimi bir yere ait hissedemememin nedeni, bir adada doğmuş olmam mı acaba? Hiçbir yere bağlı olmayan, kendi başına, denizin ortasındaki küçük bir kara parçasında…

Belki yalnızlığımın, kendimi olmadık zamanlarda bile yalnız hissetmemin nedeni de budur, kimbilir…

Bir arkadaşım bana daha sonra diyecekti ki: “Sen burada, adada yaşamanın ne demek olduğunu bilir misin? Bilmezsin… Gece oturup denize bakarsın. Karanlık. Dipsiz, uçsuz bucaksız bir karanlık… Kimsen yokmuş gibi… Dünyanın bir yerinde unutulmuş gibi…”

Ve ekler;

“Koskoca bir dünyada kendine bir yer bulmak nasıl böyle zor olabilir ki? Aslında herkesin yaşamak istediği bir yer olmalı ama sanırım hiçbirimiz gerçekte olmak istediğimiz yeri bulamıyoruz ve hepimiz bize sorulmadan bırakıldığımız bir yerde yaşamaya çalıştığımız için böylesine şaşkınız. Belki de insanlar bu yüzden neresi olduğunu bilmediği ama her nedense ait olduğunu sandığı başka bir yere gitmeye çalışıyor… Gerçekte ya da düşlerinde… Ben de öyle yaptım.”

Benim için de tam olarak öyle oldu. Önce bu adaya, şimdi de bu adadan…