MUTSUZLUĞA MAHKUM MUYUM?

Son dönemlerde başımızı nereye çevirsek genel bir mutsuzluk, şikayet ve umutsuzluk hakim. Sadece ülkenin ekonomik koşulları değil bizi mutsuz eden. Yoğunluk, yorgunluk, gerginlik, zamansızlık, anlayışsızlık, saygısızlık hepimizin sürekli şikayet ettiği şeyler. Hayatın her alanında mücadele etmek insanları tahammülsüzleştiriyor. Sürekli yükselen sesler, şiddet, kavga, trafikte korna sesleri... Siz dahil olmasanız bile bunlara maruz kalmak üzerimize yük oluyor ve bir süre sonra o döngünün içine girdiğinizi farkediyorsunuz. Birkaç gün uzaklaşma da artık kar etmiyor çünkü üzerimizdeki stresin yükü birkaç günde temizlenecek kadar az değil. Tüm bu stres sağlığımıza zarar veriyor. Sürekli huzursuz bir ortamda yaşamak gördüğümüz hastalıkların da birincil sebebi aslında, o nedenle doktorlar konu ne olursa olsun “stresten uzak durun” diyor tedavinin ilk adımı olarak. Mümkün mü?

Neden olmasın? Kendime sürekli hatırlattığım birkaç şey var son zamanlarda, “dünya her şekilde dönüyor ve dönecek”. Ben üzülsem de kırılsam da kızsam da benden önce de var olan bu dünya benden sonra da varolmaya devam edecek. Hepimize verilen süre sınırlı, koşullarımız el verdiğince bu süreden keyif almaya bakmak durumundayız. Dış uyaranlara gözümüzü, kulağımızı, kalbimizi kapatmak maalesef çok mümkün değil ama bu maruziyeti sınırlamak da gerekiyor. Bir uyaranla başa çıkmaya çalıştığımız süre ne kadar uzarsa üzerine sürekli yeni bir uyaran geliyor ve bu da problemin gittikçe büyümesine ve sonunda içinden çıkılmaz bir beyin fırtınasına dönüşüyor. Kilometrelerce koşmuş kadar yorgun ve bitkin hissettiğim günlerin sonunda bunun sadece kendime zarar verdiğini farketmeye başladım. Hayat gurusu olduğumu iddia etmeden kendime sinirlenmek, üzülmek için fırsat da vererek ama günün sonunda yatağa huzursuz ve mutsuz girmeden yaşamayı öğrenmeye çalışıyorum. Kendimi evde denediğim yeni bir yemek tarifiyle ödüllendiriyorum mesela, mutfakta olmak bana iyi geliyor, yaptığım yemeğe odaklandığımdan gün içinde beni huzursuz eden konulardan da uzaklaşıyor ve düşünmüyorum ve hatta şanslıysam unutuyorum. “Unutmak en büyük nimetlerdendir” der kocam. Ne kadar haklı olduğunu beni üzen şeyleri unuttukça farkediyorum. Gün içinde ufak tefek zihin egzersizleri yaparak güzel şeyleri ise zihnimde canlı tutmaya çalışıyorum. 

“Ben değerliyim”. Evet kendim için tabi ki en değerli ben olmalıyım. Bu başkalarının sınırlarını kendi özgürlüğüm uğruna ihlal edeceğim anlamına gelmiyor ama karşıdan gelen aşağılayıcı veya zorlayıcı bir tepkiye takılıp kalmamam gerektiği konusunda beni ikna ediyor. Ben karşımdakinin bana olan davranışlarından daha çok ona verdiğim tepkiden ötürü mutsuz oluyorum. Ne yazık ki sürekli bir hakarete veya saygısızlığa maruz kalıyoruz çünkü herkesin birçok derdi var ve önemli bir güruh bu dertlerin sadece kendilerinde olduğunu o nedenle de onlara ayrıcalıklı davranılması gerektiğini düşünüp karşımızdakine istediğimiz kadar hoyrat davranabileceğimizi düşünüyoruz. Nezaketle yaklaşmaya çalıştığımız zamanlarda dahi maruz kaldığımız üslup bizim de aynı üsluba kaymamıza neden olabiliyor. Sıcakların da tahammülümüzü azalttığı zamanlarda hepimiz daha kolay kontrolümüzü kaybedebiliyoruz. Oysa nezaket ne güzeldir. “Eski” diye nitelendirdiğimiz insanların konuşmalarındaki sakinlik, tatlı dil, davranışlarındaki nezaket, düşünceye baktığım zaman, bizleri de yetiştirenin o nesil olmasına rağmen bu kadar farklı bir toplum yapısının ortaya çıkışına çok şaşırıyorum. Kendime sürekli nezaketin önemini hatırlatmaya çalışıyorum. Herkesten çok kendimi izleyerek, kendi davranışlarımın sorumluluğunu alarak yaşıyorum. Herkesten önce bu benim kendime karşı olan saygım ve sorumluluğum, sonrasında başkalarının hayatına bir katkısı oluyorsa ne mutlu bana. 

“Ağaç değilim”. Yanan bir ormanın ortasında durmak, koşullar öyle diye göz göre göre zarar görmek durumunda değilim. Değişebilirim, dönüşebilirim ve ilerleyebilirim. Hiçbiri kolay değil, cesaret ister. Yeterince cesur olamadığım zamanlar çoğunlukta ama yine de zarar gördüğüm durumlardan uzaklaşmak da benim sorumluluğumda. Lessons in Chemistry isimli keyifle izlediğim bir mini dizide, Nobel adayı bir kimyager her gün evden işe gidip gelebilmek için 7 mil mesafeyi koşuyor. Yorulduğu, ayaklarının kesildiği yerde kendine sürekli “koşmanın güzelliğinin bu olduğunu” hatırlatıyor. “İlerleyemeyeceğinizi düşündüğünüz zamanlarda, geçmişinize kızgın, gelecekten endişeli olduğunuzda yapmanız gereken tek şey bir adım daha atmak.” Bir adım daha ve bir adım daha... Her bir adımda hissettiğim stresin, korkunun daha da azaldığını farkediyorum. Tek bir adımla başladığım ve kendimi yürümeye zorladığım yolların sonunda mutlu olduğumu farkediyorum. 

Mücadele tarih boyu hayatın her alanında vardı, var olmaya da devam edecek. Sonuç alamayacağımız mücadelelerde savrulmak yerine kendimizden başlamak belki de en doğrusu. Lessons in Chemistry dizisini de fırsat bulursanız mutlaka izleyin derim. 50’li yıllarda geçen dizide, hayatta kendine yer bulmaya çalışan kadınların mücadelesine ve vazgeçmeyişlerine hayran kalacakasınız. 2024 yılında hala iş hayatında tam olarak cinsiyet eşitliğinin yakalanamadığı dün açıklanan Küresel Cinsiyet Eşitsizliği Endeksi’nde ortaya konsa da katedilen bu yolda yıllardır mücadele eden tüm kadınlara ve bu haklı mücadeleye destek vermenin ne kadar önemli olduğuna bir kez daha şahit olacaksınız. Keyifle geçecek bir bayram dilerim.