Asker ve Türkiye Korkusundan Dilini Yutan Muhalefet: 1 Eylül Barış Şiirleri Çelişkisi
Kıbrıs’ta siyaset, asker ve Türkiye korkusunun gölgesinde dilini yutmuş durumda. Kimse çıkıp da, aynı adayı paylaştığımız kardeşlerimizle ilgili kayda değer bir çıkış yapamıyor:
“Beş Kıbrıslı Rum’un başına bir şey gelirse halimiz ne olur?” diyemiyor.
Vicdan muhakemesi, Gazze’de açlıktan ölen çocuklara bir şey yapamadığı gibi, yarın öbür gün zaten yaşlı ve hasta olan bu beş Kıbrıslı Rum için de işlemeyecek. Bir tane siyasi parti üyesi duruşmalara gitmiyor. Korku ve çıkarlar silsilesi vicdan ve ortak geleceğimizi bastırdı, bastırmaya devam ediyor… Sebebi açık ama döngü işte bu, hasta bir döngü, kurtarıcının öldürdüğü, masumların tutsak edildiği, savaş suçlarını aklama ve meşrulaştırma çabaları döngüsü bütün bunlar...
Eğer bu insanlar, 1974'te mallarından kovuldukları gibi, şimdi de kendi mallarıyla ilgili bu rezilce tutuklanma ve duruşmalar sürerken ölürse, işte o zaman hiç kimseye hesap veremeyeceksiniz…
Buralar yangın yeri olacak. Yıllarca zorla inşa edilmeye çalışılan güven sarsılacak, taş taş üstünde kalmayacak. Ve olanlar olacak.
Ve biz, 1 Eylül’de barış şiirleri okuyacağız, tüm bunlar olurken…
Oysa barış, şiirlerle değil; yüzleşmeyle mümkündür Kıbrıs'ta: askerle, suçla, ikiyüzlülükle hesaplaşmayla.
Kıbrıs’ta siyasetin en çıplak gerçeği şudur: asker ve Türkiye korkusu. Bu korku öyle derindir ki, iktidar da muhalefet de aynı sessizlik kuyusunda boğuluyor. İktidar için bu korku, iktidarının temeli; muhalefet içinse yüzünü ekşiten ama onsuz nefes alamadığı bir gölge. Herkes biliyor, herkes hissediyor, ama hiç kimse yüksek sesle söylemeye cesaret edemiyor. Hiç kimse samimi ve açık bir şekilde, yüzyıllardır aynı adada beraber yaşadığı, aynı havayı soluduğu, aynı acı ve kaderle, kederle yoğrulduğu kardeşleri için çıkıp demiyor:
“İşgüzarca tutukladığımız beş Kıbrıslı Rum’un başına bir şey gelirse halimiz ne olur?”
Çünkü o soruyu sormak, perdenin arkasına bakmayı gerektirir. Orada sorumluluk, vicdan ve hesap vardır. Ama kimse görmek istemiyor. Herkes gözünü kapatıyor.
Sahte devletin sahte Cumhurbaşkanlığı seçimi, herkesin gözünü kör etti. Kendi çalan kendi oynuyor.
Sözde liderler, sözde seçimler, sözde devlet… Söz bile utanıyor. Ve biz hâlâ sessiziz.
Kıbrıs’ın işgal altındaki bölgesinden çıksak, toplasak, bölsek, çarpsak… Karşılık hâlâ sıfır. Kimsenin umurunda değil.
Bu sessizlik bir tür körlük. Alıştık artık. Ertelenmiş bir çaresizliğe, gündelik bir alışkanlığa dönüştü. Kendi çalan kendi oynuyor, bizse izliyoruz.
Sanki sahnede figüranız, oyun oynanıyor, roller dağıtılmış, ve biz sadece bakıyoruz.
Ama işin ironisi şu: gerçek sorumluluk hâlâ alınmayı bekliyor.
Ve yine kimse çıkıp ısrarla olması gerekeni haykıramıyor:
“Beş Kıbrıslı Rum’a bir şey olursa başımıza ne gelir?”
Sonra takvim 1 Eylül’e geliyor. Dünya Barış Günü.
Meydanlarda, ekranlarda, sosyal medyada barış şiirleri okunuyor.
Nazım’dan dizeler, Seferis’ten satırlar…
O şiirler yankılanıyor, ama aslında aynı sessizliğin maskesine dönüşüyor.
Çünkü bu topraklarda barışı söylemek, askeri sorgulamadan mümkün değil. Türkiye’nin vesayetini tartışmadan “barış” kelimesi kurulamaz.
Ve işte tam da burada, iktidar da muhalefet de susuyor.
Şairlerin dizelerine sığınıp kendi dillerini susturuyorlar.
Oysa barış, yüzleşmektir.
Barış, askerin sorgulanmasıdır.
Barış, savaş suçlarının açığa çıkarılması ve yargılanmasıdır.
Barış, iktidarın ve muhalefetin ikiyüzlülüğünün teşhir edilmesidir.
Dünya Barış Günü’nde şiir, güzel sözler olmaktan, bir süs olmaktan çıkarılıp; hakikatin çıplak sesine dönüştürülmelidir.
Çünkü barış demek, korkunun dilini yırtmak demektir.
Barış demek, askerin gölgesini dağıtmak demektir.
Barış demek, savaş suçlarını adaletin önüne çıkarmaktır.
Barış demek, suskunluğun zincirini kırmaktır.
1 Eylül’de okunan şiirler bu çıplak hakikati söylemediği sürece, sadece birer temenni olarak kalır.
Oysa barış, teselli değil, hesap sormaktır.
Ve biz hesap sormadıkça, barış şiirleri estetik kaygılarını yitirip, yozlaşmış bir alt metin olarak kalmaya devam edecektir...