Ama yani, hepimiz mi suçluyuz? İstisnasız? Hiç mi masum yok bu oyunda? Bu kadar mı karıştı sınırlar, roller, aidiyetler? İki parçalı bir ada bu; iki başlı bir gövde gibi... Aynı anda hem hayatta kalmaya hem kendini boğmaya çalışıyor. Çırpındıkça batan bir beden gibi. Düşledikçe uyanan bir kâbus gibi.
Biz, bu çapaçulli, yamalı, baştan savma toplumlara denk geldik onca uygarlığın ardından. Belki denk gelmedik de, içine doğduk. Kim bilir, belki de önceki bir hayatta bir günah işledik, şimdi onun kefaretini ödüyoruz. Bir çeşit varoluşsal sürgün sanki bizimkisi. Ne tam buraya aitiz, ne de başka bir yere. Gökyüzü bile ikiye bölünmüş gibi. Kuşlar göç ederken rotasını şaşırıyor bu topraklarda.
Bütün tarihi suçları bir kişiye yıkmak, bir sevgiliye, bir lidere, bir anneye, bir iş arkadaşına... Rahatlatıcı geliyor. Suçu bir bedene yerleştirmek. Tanıdık bir davranış bu. Çok tanıdık. Çok Kıbrıslı. Herkese biraz suç bulaşsın ama asıl kabahat 'öteki'nin olsun. O ‘öteki’ bazen aşktır, bazen patron, bazen eski bir dost ya da kayıp bir kardeştir. Ve bazen, bir sınırın diğer tarafında doğmuş bir çocuktur. Ona bakarken, kendi günahsızlığımıza inanmak isteriz. Sanki onun hikâyesi, bizimkini temize çıkarırmış gibi.
Aşk ilişkilerinde bile bu nükseder. İş ortamında, arkadaşlıkta... Tarihin yükünü taşıyan bireyleriz biz. Tüm savaş suçlarının, tüm kaybedilmiş evlerin, tüm kesintiye uğramış hayatların gölgesi düşer üzerimize. Hiçbir ilişki saf değil. Hepsi gölgeli. Hepsi barış görüşmelerine ara verilir gibi bir atmosferde yaşanıyor. Çay içerken bile bir diplomasi var aramızda. Kahkahalar bile gergin.
Partnerin seni terk ettiğinde sadece bir ilişki bitmez. İçinden geçemediğin bir sınır daha belirir. Asla dönülmeyecek bir köy, bir kayıp ev, bir çocukluk dili daha ölür. Bazen bir terapide, bazen bir iş toplantısında, "Neden bu kadar tepkilisin?" diye sorarlar. Oysa sen sadece hâlâ yerinden edilmişsindir. İkinci, üçüncü kez... Fiziksel değilse bile duygusal olarak. Bir sesini kaybetmişsindir, bir yansımanı.
Toplum da böyle: yerinden edilmiş, bölünmüş ama hâlâ birbirine bağımlı. Hem nefret eder hem ihtiyaç duyar kendine benzemeyene. Travma bireyin kalbine sızınca, romantik ilişkilerde de ortaya çıkar. Kıskançlık bir sınır hattı gibi... Güven, mayınlı bir ara bölge. İş ilişkileri bir ateşkes gibidir: geçici, güvensiz, çokça sessizlik içerir. Bir e-posta geciktiğinde bile, sanki tarih yeniden başlamış gibi panik oluruz.
Belki de evet, hepimiz suçluyuz. Suç sadece yapılan bir eylem değil; konuşulmayan, bastırılan, nesilden nesle aktarılan bir sessizliktir. Her yeni ilişki, her yeni dostluk, aslında bir mütareke denemesidir. Ve her başarısızlık, geçmişin kırıklarını yeniden hatırlatır bize. Gülümseyemeyen babalar, hüzünlü ninniler söyleyen anneler gelir akla. Barikatların gölgesinde büyümüş çocuklar, şimdi masa başlarında kendilerini “normal” sanıyor.
Kıbrıs’ta suç bireyin değil yalnızca; toplumun, tarihin, suskunluğun suçudur. Ve masumiyet? Belki de başkasının acısını tanıyabilme kapasitemizdedir. Onu anlamaya çalışmakta, kendi yerinden edilmişliğimizi tanımakta. Belki hâlâ bir yerlerde kayıptır o masumiyet. Belki bir çitin dibinde unutulmuş bir oyuncaktır. Belki sınırda ezilmiş bir portakaldır. Belki de kendi içimizdedir ama yıllardır konuşmuyoruz onunla.
O yüzden…
Nefes almayı bilmeyen yaşamasın.

Çünkü yaşamak, sadece hayatta kalmak değil. Hatırlamak, anlatmak, tanıklık etmek demek. Bir gün affetmek demek, önce kendini. Sonra belki bir başkasını…