Yalanlarla Uzlaşı

Yalan, bizim adada güneşten bile daha yakıcıdır.

Sabahları gazetelerde, akşamları televizyonlarda, kahvede, külliyede, sokakta, evin içinde – nefes aldığımız her yerde dolaşır. Hak, hukuk, adalet dediğimiz şeyler birer illüzyona dönüşür; çöldeki serap gibi gözümüzü kandırır, dudaklarımızı çatlatır ama bir damla su vermez.

Kıbrıs’ta büyüyen herkes bilir: Yalan, sadece söylenen bir söz değil, bir sistemdir.

Okullarda bize anlatılan “barış masalları”yla başlar. Haritalar üzerinde çizilmiş sınırların altında ölüler yatar, kimsenin adı anılmaz. “Bir gün birleşeceğiz” diyen politikacıların dudak kenarındaki alaycı gülümseme, aslında her şeyin ne kadar bireysel çıkar olduğunu gösterir.

O birleşme günü hiçbir zaman gelmez, çünkü yalanların üstüne inşa edilen bir barış, en ufak gerçekte yıkılır.

Hak aramak isteyenin yolu da yalanlarla örülüdür. Mahkemeler, davalar, bekleyen dosyalar… Hukuk, güçlü için hızlı işler; zayıf için yavaşlar, sürünür, unutturur.

Adaletin kantarı şaşmıştır ama kimse tartıyı değiştirmek istemez. Çünkü mevcut düzen, yüzsüzlüğün ödüllendirildiği bir düzen.

Yüzsüzlük… her dernek, her topluluk, her fonla beslenen, her nemalanan yalanıdır… Ve bu onların kriterleri ve işe alım önceliği olandır…

Belki de bu toprakların en çok ihraç ettiği şeydir. Skandal çıkar, milletvekili yakalanır, rüşvet belgesi ortaya çıkar; üç gün sonra hiçbir şey olmamış gibi devam eder. Hesap sorulmaz, çünkü soracak olan da aynı sofradan yemektedir. İnsan ister istemez soruyor: Biz mi çok alıştık, yoksa artık utanma duygusunu mu kaybettik?

Sanatçıya bakın, her şey daha net görünür. Dünyanın başka yerlerinde sanatçı toplumu sarsar, harekete geçirir, tartışma açar. Burada ise “fazla konuşursa fonu kesilen”, “rahatsız ederse daveti iptal edilen” bir figüre dönüşür.

Avrupa’da bir ressamın bir tablosu toplumsal hafızayı değiştirebilir. Amerika’da bir belgesel yasa çıkarabilir. Bizde bir şair, bir yönetmen, bir tiyatrocu yıllarca kendi cebinden harcar, sonra da “bu toplum sanatı hak etmiyor” diye sessizce çekilir. Kimse dönüp teşekkür bile etmez.

Oysa kültür olmadan hak da, hukuk da, gerçeklik de yaşayamaz. Sanat, toplumun vicdanıdır. Vicdan susturulduğunda geriye yalnızca propaganda kalır.

Kıbrıs sorunu tam da böyle bir propaganda çukuruna dönüştü. İki taraf da kendi yalanını kutsuyor. “Biz haklıydık, onlar saldırdı”, “Biz mağdurduk, onlar işgal etti”... Yarım yüzyıldır aynı cümleler, aynı ezberler. Oysa gerçekte herkes kaybetti: Topraklarını, evlerini, dostlarını, hatta kendine olan inancını.

Ama bunu dile getiren sanatçıya “hain” deniyor. Yani gerçeği söylemek suç, yalan söylemek kural.

Dünyanın başka köşelerine bakınca, fark daha da acıtıcı.

Şili’de diktatörlük sonrası hesaplaşma sanatla yapılmıştı. Güney Afrika’da apartheid gerçeğini sanatçılar sahneye taşımış, barış onların cesaretiyle mümkün olmuştu.

Bizdeyse sanatçının adı bile barış görüşmelerinde geçmez. O masalarda sadece “garantörler”, “askeri üsler” ve “mülkiyet haritaları” konuşulur. İnsan ruhu, hafızası, acısı – yok sayılır. Sonra da şaşırıyoruz: Neden anlaşmalar yürümüyor?

Çünkü yalanlarla uzlaşı mümkün değildir.

Yüzleşmeden, hakikati kabullenmeden, adalet tesis edilmeden barış bir illüzyondan ibarettir. Bize düşen, bu illüzyonu bozmaktır. Belki küçük adımlarla, belki bir şiirle, bir belgeselle, bir duvar resmiyle. Yeter ki sesimiz birbirimize ulaşsın.

Bazen düşünüyorum: Belki de sorun “yalan söyleyenler”den çok, “yalanlara inanmaya devam edenler”dir.

Çünkü yalanın ömrü, ona inananların sabrıyla sınırlıdır.

Ve belki bir gün, bu sabır biter.

O gün geldiğinde, hak ve hukuk gerçek anlamını bulur mu, bilmiyorum.

Ama bildiğim tek şey var: O gün geldiğinde, bu adanın özverili dürüst sanatçıları, yıllarca görmezden gelinen o insanlar, bize gerçekten kim olduğumuzu hatırlatacak.