Umudunu Kesme
Hakikatin erozyona uğradığı bir çağda, toplumsal iyiliğin ve insan onurunun kalıcı değerleri yeniden hatırlatılmalı. Ne maaş, ne ünvan, ne statü… Geriye kalan yalnızca duruşun ve yüreğin mirasıdır.
Umudunu kesme… Yurdundan, sanattan, edebiyattan, yeni başlangıçlardan, dünyadan ve herkesin iyiliği için çalışacak o ortak zamandan.
Çünkü umut yalnızca bireyin iç dünyasında büyüyen bir ışık değildir; aynı zamanda toplumsal varoluşun dayanağı, bir arada kalabilmenin harcıdır. Eğer yurt dediğimiz şey sadece üzerinde yaşadığımız toprak değilse, bizi birbirimize bağlayan hatıralar, diller, şarkılar, acılar ve dayanışmalar da onun ayrılmaz parçasıdır. Sanat da böyledir; bireyin yalnızlığından doğup topluma seslenen bir çağrıdır. Onu yitirdiğimizde sadece estetik bir duyguyu değil, birlikte var olma ihtimalimizi de kaybederiz.
Ama umut yalana yaslanamaz. Gerçekleri çarpıtarak, kendimizi kandırarak bir gelecek inşa edemeyiz. Bugünün en kırılgan yarası belki de tam da budur: hakikatin aşınması. Yalanın bir yönetim biçimine, yanılsamanın bir alışkanlığa dönüşmesi… Kitlelere sahte umut dağıtanlar, aslında geleceğin temelini oyuyorlar. Umut, aldatmaya dönüştüğünde yarının vicdanı da kaybolur. Bu yüzden sanatçının, aydının, yurttaşın görevi yalnızca güzeli üretmek değil, aynı zamanda hakikati savunmaktır.
Kişisel çıkar uğruna kalıcı olanı geride bırakmak yerine geçici olanın peşinden koşmak, bugünün en derin açmazlarından biri. Maaş, makam, unvan, itibar… Hepsi gelip geçici. İnsan ardında gerçekten bir vizyon, bir duruş, bir memleket ve dünya sevgisi bırakırsa kalıcı olur.
Küçük hesapların ömrü kısadır; ama hakikate ve adalete yaslanan çabalar kuşaklar boyu yaşar. Bir toplum kendi sanatçılarını ve düşünürlerini sadece maaş bordrolarında değil, vicdan defterlerinde anıyorsa, geleceğe dair bağını korumuş demektir.
Modern hayat sürekli bir güvenlik yanılsaması satıyor bize: iş garantisi, yüksek maaş, sosyal statü… Oysa bunların hepsi birer hikâye.
Tarih boyunca gördük; savaşlar, krizler, salgınlar bir anda bu sözde güvenceleri yerle bir edebiliyor. O anlarda insanlara nefes aldırabilen tek şey sanatın, edebiyatın ve ortak vicdanın gücü oluyor. İnsan ekmek kuyruğunda beklerken bile bir şiir fısıldıyor, bir melodiyi mırıldanıyorsa, işte orada hakiki güvenceyi buluyoruz: insan ruhunun dayanışma kapasitesinde.
Sanat, edebiyat, felsefe ve ortak değerler toplumsal süs değil; varoluşun temel dokusudur. Eğer bu dokuyu küçük menfaatlerle parçalarsak geriye yıkıntı kalır. Oysa biz, yeni başlangıçların mümkün olması için bu dokuyu onarmak ve yeniden örmek zorundayız. Bunun yolu yalana sırt dönmekten, hakikati gözetmekten, bireysel çıkarların ötesinde toplumsal iyiliği hedeflemekten geçiyor.
Bugün birçok insan hayatını yalnızca kendi güvenliği, kendi geleceği için kurguluyor. Ama kalıcı olan, başkaları için yaratılan değerlerdir. Ne iş hayatının itibar parıltısı ne de dolgun maaşların cazibesi geriye kalır. Geriye kalan yalnızca insanın duruşu, sözünün ağırlığı ve yüreğinin gücüdür.
Dünya sevgisi, memleket sevgisi, ortak bir iyilik duygusu kalıcıdır; diğer her şey gelip geçicidir.
Umudunu kesme… Çünkü kesilecek umut yok. Biz ne kadar düşersek düşelim yeniden ayağa kalkmamızı sağlayan tek güç odur.
Yurdundan, sanattan, edebiyattan, ortak iyilikten vazgeçmek demek geleceği kendi elimizle yok etmek demektir. Asıl mesele, kısa vadeli kazançların cazibesine kapılmadan uzun vadeli bir vizyonu, hakikate ve adalete dayalı bir yaşamı savunabilmektir. Böyle bir vizyonun ardında maaş da, itibar da unutulur; geriye yalnızca duruşun mirası kalır. Ve işte o miras, herkes için daha adil, daha özgür, daha insanca bir yaşamın hayali olur.