Mağusa ve Kaybolmaya Yüz Tutan Belleğimiz
Son dönemde ülkemizin ve kentimizin hızla değiştiğini, geçmişle bugün arasındaki dönüşümün insanlarda bir bellek kaybına yol açacak ölçüde hızlandığını söyleyebiliriz. Bu hızlı değişim, ülkede aidiyet duygusunun zayıflamasına neden olmakta; insanların ve özellikle genç neslin, bu baş döndürücü altüst oluşun etkisiyle doğdukları topraklara olan bağlılıklarını yitirerek geleceklerini başka ülkelerde aramaya başladıkları bir döneme girmiş bulunmaktayız. İşte bu ortamda, bireylerin geçmişleriyle ve yaşadıkları kentle bağ kurmalarını sağlayacak bir bellek merkezine olan ihtiyaç her geçen gün daha da artmaktadır.
Kent belleği ve toplumsal hafıza, bir kentin kimliğini oluşturan; geçmişten bugüne ulaşan bilgi, deneyim ve ortak yaşanmışlıkların bütünüdür. Bu kavramlar, bireylerin ve toplumların kentsel çevreyle olan bağlarını güçlendirir. Kent belleği geliştikçe, insanlar yaşadıkları yere daha güçlü bir aidiyet duyarlar. Bir kentin belleğini oluşturan ve ona kimlik kazandıran ögeler; sokaklar, bu sokaklardaki tarihi yapılar ve bu alanlarda yaşanmış anılardır. Bu unsurların yaşatılması ve hatırlanması, bireylerin kentlerine sahip çıkmalarını sağlar. Bu noktada tarihsel sürekliliğin sağlanması, bu bağın kopmaması ve geliştirilmesi son derece önemlidir. Anıtlar, tarihi eserler ve yaşanmışlıklar geçmişe ışık tutar.
Kentsel hafıza, toplumsal olayların unutulmamasını sağlar ve ortak bilincin gelişimine katkıda bulunur. Buna en güzel örnek, Mağusa’da geçmişte "Çarşı Meydanı", günümüzde ise "Namık Kemal Meydanı" olarak bilinen alanda yaşananlardır. Suriçi’nin kalbi olan bu meydan; Lala Mustafa Paşa Camisi (St. Nicholas Katedrali) ve yaşlı cümbez ağacıyla birlikte, birçok Mağusalının eğlencelerine, mitinglerine, acılarına ev sahipliği yapmıştır. En son 6 Şubat depreminin ardından kaybettiğimiz 35 öğrenci, öğretmen ve veliye duyulan büyük acıya da bu yedi asırlık katedral ve cümbez ağacı tanıklık etmiştir. Geçmişte birçok siyasi gelişmeye, konsere ve direnişe tanıklık eden bu meydan, cami/katedral ve cümbez ağacı, bugün halkın acısıyla özdeşleşmiş durumda. Bu ortak yaşam, sevinç ve hüzünler, toplumun kolektif bilincini güçlendirmiş; belleğimizin bir parçası olmuştur.
Bu bilinç, bize aktarılan kültürel mirasın—mimari, gelenekler ve sanatın—korunmasına öncülük eder. Böylece kimliğimizin korunmasına katkı sağlarken, yok olmasının da önüne geçilmiş olur. Kent belleği görmezden gelindiğinde, kentler kimliğini yitirir; insanlar yaşadıkları yerlere yabancılaşır.
Mağusa, tarihiyle, limanıyla, insansız bırakılan Maraş’ıyla, üniversitesiyle çok katmanlı bir belleğe sahiptir. Mısırlılarla başlayıp Bizanslılarla gelişen kent, Lüzinyan ve Venedik dönemlerinde mimarisi, gotik sanatı ve güçlü savunma sistemiyle şekillenmiştir. Ardından gelen Osmanlı döneminde yaşanan durgunluğu takiben, İngilizlerin gelişiyle liman etrafında gelişen ticaret ve büyüyen ekonomiyle birlikte, suriçinin hemen yanı başında tüm adaya damga vuran Maraş kenti doğmuş; ancak sonrasında insansız bir kente dönüşmüştür. Son dönemde ise, adanın ilk ve en büyük üniversitesi olan Doğu Akdeniz Üniversitesi, kentin önemli bir bileşeni olmuştur. Tüm bu dönemler boyunca oluşan bellek, bugün ya unutulma tehlikesiyle ya da şekillendirilerek dönüştürülme riskiyle karşı karşıyadır. Bu nedenle, Mağusa’nın tarihi dokusunun korunması yalnızca yapısal değil, aynı zamanda insani ve kültürel hafızanın yaşatılması açısından da kritiktir. Özellikle Maraş gibi alanlarda yapılacak müdahaleler, yalnızca fiziksel değil, duygusal ve kolektif travmalarla da doğrudan ilgilidir.
Eğer kent belleği korunmazsa, Mağusa sıradanlaştırılır; yerel kimlik ve geçmişle bağlar kopar. Bu belleği koruyacak ve doğru şekilde geliştirecek en önemli kurumlar müzelerdir. Kent kimliğinin ve aidiyetin gelişmesine katkı sağlayacak, toplumsal hafızayı güçlendirecek kent müzelerinin varlığı, bu nedenlerden dolayı yaşamsal bir gerekliliktir. Kent müzeleri, unutulmaya karşı birer direnç noktasıdır.