Tek bildiğim, hiçbir şey bilmediğim: Arzu Tramvayı
Bilmenin mutsuzluk getireceğini, çok bilmenin hüsrana uğratacağını, bilgiyi pratiğe dökmenin de zarar vereceğini aşamalarından geçerek anlama sersemliği üzerinedir bu yazı… Sert ve fevri kararlar alıp, değişime yol açınca, yan etkilerini yaşatan bir vertigo hapından kurtulmak gibi geliyor kararsızlığı karara dönüştürmek… Keskin kararlara dönüştürmek kafeini yudumlamak gibi: yasal bir uyuşturucu olan kafein, yasallığının ona verdiği yetkiye dayanarak döndürüyor başını bilenin; bilmeyen de baş uyuşukluğu yaşadığında kahveyi arıyor sadece, içiyor ve deviriyor fincanı: falında çıkacak olanlar hep bir yol, kısmet, kuş, sıkıntı, ve misafirdir….
Oysa bildiğimiz tek bir şey var: hiçbir şey bilmediğimiz. Sezgilerime güvenerek söylüyorum, Haziran’a bu kadar sorumluluk yüklemek, Temmuz’u çileden çıkarmak, bıraktığı gibi gidecek olana bu kadar anlam yüklemek, ve bir daha gelmeyecek olana sığınmak: toplasak yaz’ın ilk günü etmeyecek aslında, bölsek kış gelecek, çarpsak da çarpmasak da fark etmeyecek: Yaz bitecek dedi mi bitecek ve elimizde avucumuzda Haziran’ın ilk günü kalacak.
Genişleyecek giderek. Burnumda bir yara olacak. Kanayacak, kanayacak…
Sulfarin’in izleri kalacak, duvarda kalan yazılar gibi biraz…
“This isn’t some exercise for the brain divorced from reality”
Beyne karşı yapılan, gerçeklikten bağımsız bir oyun değil bu, sadece beyni anlamış bir Yaz(ı): Ne hata. Kışta üşürken yazmak çok güzel, üşümek her zaman öğretilen bir hisken…
Hep üşüdüm. Kış, yaz fark etmez. Üşüyerek yazmanın verdiği bir işgüzarlıksa edebiyat:
Sızıntı yapan kerpiç duvarlara tırmanmanın ‘mutluluk’ olarak adlandırıldığı günler, yani çocuk olduğumuz zamanlar: Bugün’ün yarından bağımsız yaşandığı, yarının düne taciz etmediği bir ‘mutluluk’ arıyorum…
Kimsenin varsayımlara güvenerek hayatıma girmediği günler: üzerime işediğimde otobüse utana, sıkıla, çekine çekine gittiğim saatin 1’i vurduğu o an’a geri dönüyorum ve hatırlıyorum: Hep bir sersemlik varmış üzerimde, hep bir yabancılaşmış hal.
I don’t know where reality ends and delusion begins
Gerçekliğin, bilincin tam anlamıyla bende kaldığı ve yabancılaşmanın başladığı o mutlak hal: Ne zaman gerçeklik biter ve nerede başlar yabancılaşma?
Burada tüm benliğimle kalmak, başka yerde olmayı da gerektimiyor. Yabancılaşma sadece sosyal bir başdönmesi, anti sosyal olma hali değil, daha çok içte yaşanan bir durum.
Dans etmek gibi: Döndüğünüzde ve durduğunuzda başınız, gözlerinizi kapatınca bile hala daha herşey devam ediyor hissi: Bu oluyor aniden ve sanırım gerçeklik yerini sihirli güçlere bırakıyor. “A Streetcar Named Desire” oyununda Blanche “I don’t want realism, I want magic” diyor, çok da iyi ediyor….
Çünkü ‘magic’ hep daha bir gerçekçi olmuştur her zaman, baş dönmesi daha çok rahatlatıcı…