Kardeşiz Diyoruz; Peki Habil Miyiz, Kabil Mi?

 Kardeşlik, kanla değil, değerle kurulur. Kardeşlik, sözle değil, davranışla ölçülür.


Dünya, artık düşünen insanın yurdudur; yeryüzü onun hükmü altındadır ve onu tanımlayan güzel bir söz vardır: Adı Âdem. Evet, Âdemoğluyuz; kimimiz Habil, kimimiz Kabil. Ancak bu durum sabit değildir; değişkendir. Habil olan bir gün Kabil, Kabil olan da bir gün Habil olabilir. Menfaatin ibresi nereye dönerse, zayıf iradeler oraya meyleder. Bu bir genetik kod değil; insanın fıtratında saklı bir imtihan gibidir.

Yeryüzü artık iyiliğin ve kötülüğün sahnesi olmuştur. Bir yanda Habil vardır; iyiliğin, şefkatin, sevginin ve merhametin temsilcisi... Diğer yanda Kabil; kinin, nefretin ve başkasının acısından sevinç duyan karanlık bir yüreğin efendisi... O günden beri insanlık, iki kardeşin açtığı bu kadim yol ayrımında yürümeye devam etmektedir. 

Peki biz? Habil gibi adalet ve merhametle mi yürüyoruz, yoksa Kabil gibi kin ve nefretle mi çürüyoruz? İnsanın ömür boyu kendisine sorması gereken asıl soru budur: Sezai Karakoç'un dediği gibi, "Kardeşiz demek yetmez; Habil misin, Kabil mi?"

Varoluş Mücadelesi ve Kardeşlik

Bu kadim hakikati aklımızda tutarak Kıbrıs Türk halkının varoluş mücadelesine bir bakalım. Çünkü Kıbrıs Türkü'nün varoluş mücadelesi ve bugün geline durum tıpkı Habil ve Kabil’in hikâyesi gibi, kardeşlik iddialarının gerçek anlamda sınandığı bir mücadele meydanı. Kim, hangi değerle, hangi tavırla bu mücadelede yer aldı? Kim Habil gibi hakkı ve adaleti savundu, kim Kabil gibi çıkar ve menfaat uğruna kardeşliğin ruhunu örseledi?

İngiliz sömürge yönetimi sonrasında Kıbrıs Türk halkı, kimliğini koruma ve kendi kaderini tayin etme mücadelesine girişti. Kıbrıs Türk halkı yalnızca bir nüfus grubunun adı değildi; O, 19. yüzyılda yetim bırakılmış bir halkın mazlum sessizliğiydi. O, yoklukla sınanmış, çaresizliğe direnen bir toplumun adıydı. O, bir statü kavgasının, bir kimlik mücadelesinin taşıyıcısıydı. Bu mücadele, bir "trajedi kimliği" değil, aksine bir "direnç kimliği" idi. Kıbrıs Türkü, varoluş mücadelesini bir gölgelenme siyaseti olarak değil, görünürlük siyaseti temelinde yürütmek istedi.

Kıbrıs Türk halkı, haklı davasının görünmesini arzu etti; çünkü görünmez olmanın yok oluşla eş değer olduğunun bilincindeydi. Bu yüzden arayış içindeydi; bir sesin, bir elin, bir nefesin kendisine ulaşacağını umut ederek sabretti. Ancak bu sabır, pasif bir bekleyiş değildi. Kıbrıs Türkü, aktif bir sabırla beklerken üretmeyi, direnç göstermeyi, kimliğini ve mücadelesini diri tutmayı bildi. Ve gün geldi, bu aktif sabır meyvesini verdi: Kıbrıs Türk halkının direnci, uluslararası diplomasi sahnesinde Türkiye'nin Kıbrıs'taki varlığının önünü açtı. Başka bir deyişle, Türkiye'nin adadaki varlığı, doğrudan Kıbrıs Türkü'nün mücadelesi sayesinde anlam ve meşruiyet kazandı.

Türkiye ile ilişkiler bu süreçte hayati bir rol oynadı. Ancak zamanla bu ilişkiler, Kıbrıs Türk toplumunun kendi kimliğini görünür kılma hedefiyle tam anlamıyla örtüşmedi. Türkiye'nin başlangıçta yaşamsal destek sağlayan yaklaşımı, ilerleyen yıllarda bağımsız bir yapının inşasından çok, bir bağımlılık ilişkisine evirildi. Türkiye’deki siyasi partiler ve toplumun geniş kesimleri, Kıbrıs meselesine bir halkın varoluş mücadelesi perspektifinden değil, çoğunlukla “fethin son halkası” ya da tarihin hezimetlerinden sonra "elde kalan bir toprak parçası"[1] gözüyle baktı. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bugünkü varlığı ise çoğunlukla devletsel ve hukuki bir gerçeklik zemininde değil, romantik-milliyetçi bir söylem içinde ele alındı. Böylelikle Kıbrıs meselesi, cehaletin ve milliyetçi popülizmin en yoğun yaşandığı alanlardan biri hâline geldi. Kıbrıs Türk toplumunun bu mücadelesinin ağır bedeli hem uluslararası kamuoyunda hem de Türkiye toplumunda yeterince anlaşılamadı.

Kıbrıs Türk halkının varoluş savaşına çoğu zaman bir “merhamet dilenciliği” gibi bakıldı. Oysa Kıbrıs Türk halkı, sadaka bekleyen bir cemaat değil; eşit bir kardeşlik anlayışı temelinde hak ettiği değeri görmek isteyen bir topluluktu. 

Kültürümüzde, darda olana yardım etmek bir erdem sayılır; "veren el alan elden üstündür"[2] anlayışı da bu erdemin ifadesidir. Ancak bu anlayış, yalnızca tevazu ve eşitlik ilkeleri çerçevesinde anlam kazanır. Ne var ki zamanla, bu ilke ters yüz edilmiş; yardımlaşma, bir minnet duygusuna hapsedilmiştir. 

Kıbrıs Türk halkı, hiçbir zaman boyun eğmek için el açmadı; izzetle yaşamak için kardeşlik istedi. Kıbrıs Türk halkı, "veren elin" altında ezilmeyi kabul etmedi. "Biz olmazsak siz de olmazsınız" diyen bir üstünlüğe karşı, "Biz varsak, siz de varsınız" deme cesaretini yer yer gösterdi. Çünkü veren elin üstünlüğü, alan elin küçüklüğüyle değil; hakka ve izzete duyulan saygıyla ölçülürdü. Gerçek yardım, başa kakılan bir sadaka değil; eşitlik temelinde uzatılan bir elin ifadesiydi.

Kardeşlik ve Aile İçi Mesele

Kıbrıs Türk halkının direnişi zamanla bir bağımlılık ilişkisine indirgenmiş; bu durum, kimlik bilincinde aşınmalara ve tarihsel mücadele değerlerinin görünmez hâle gelmesine yol açtı. Hak temelli bir söylem ve eşitlik üzerine kurulu bir dayanışma kültürü geliştirilemediği için, "kardeşlik retoriği" gerçekleri perdelemiş, sorunlar yüzeysel bir "aile meselesi" gibi sunularak siyasal sorumluluklardan sürekli kaçınıldı.

Nitekim bu mücadelenin uluslararası alanda "aile içi bir mesele" olarak görülmesinin acı sonuçları da gecikmedi. En yakın tarihte, Türk Cumhuriyetlerinden KKTC’de elçilik açmaları beklenirken, bunun yerine Güney Kıbrıs’ta elçilik açmalarıyla sonuçlandı. Bu gelişme, elli yıllık "kardeşlik retoriğine bağlı yürütülen popülizmin" vardığı son durak oldu. Ancak bu gerçekle yüzleşmek istemeyenler, diplomatik literatüre yeni bir söylem ekleyerek, “ailevi konular kamu önünde tartışılmaz” deyip meseleyi bir kez daha kardeşlik söyleminin dar çerçevesine hapsettiler. Oysa adalet, hürriyet ve eşitlik gibi evrensel ilkeler, gerçek kardeşliğin ön koşuludur. Bu ilkeler olmaksızın yalnızca “kardeşiz” demek, bizleri Habil ile Kabil’in trajik hikâyesinin sonuçlarına mahkûm etmiştir.

Zilletle Diriliş ve Diş Kirası!

Bugün, bu toplumun haklı mücadelesinin görünmez hâle gelmesinin sebebi nedir? Dünya, bu haklı mücadeleyi neden görmüyor? Bunun sorumluluğunu sadece dış güçlere mi yüklemeliyiz? Bu gibi sorular elbette sorulabilir; hep dış güçlerin bizi yok etmek istediği varsayımı üzerinden politikalar ve söylemler üretilebilir. Hani bir söz vardır: "Siz doğru yolda oldukça, kötüler size zarar veremez"[3] diye. Bu söze bağlı olarak unutulmamalıdır ki, kötülüklerin hâkim olduğu toplumların yıkılışıyla birlikte devletler de yıkılmıştır. Devleti var eden toplumdur. Toplum hayatındaki sadakat ve doğruluğun yok olduğu toplumlar ayakta kalamaz. Lakin içimize dönüp baktığımızda, söylemler Habil, manzara ise Kabil gibi!

Öyle bir manzara ki; Kimi otoritenin gölgesine, kimi gücün cazibesine, kimi makamın aldatıcılığına, kimi kendi fikrinin tutsağına, kimi de ideolojisinin esaretine düşmüş! Bir sarhoşluk, bir sekir hali[4]! Celladına âşık olanın zilletle dirilişi gibi…

Zilletle gelen düzen, hakikatle yıkılır. Yalancı baharların, sahte mevsimlerin sonunda gerçek yüzler ortaya çıkar. Kabil’in niyetiyle yol alanın ayağı taşa takılır. Onun için “kardeşiz” demek yetmez. Habil gibi kalabiliyor musun, ona bakmak lâzım. Kabil gibi bir canavara meyletmek, canavarın şefkatini artırmaz; bilakis iştahını açar. Canavar, günün sonunda kendisini besleyeni yer ve yemekle de kalmaz, döner, “diş kirası[5] ister. Kardeşlik hukukunu bir iktidara veya bir takım menfaatlere indirgemek halklar arası bağı zedeler. Bunu unutanlar, bugün “diş kirası” ödemeye mahkûmdur.  Bir gün bu diş kirası karşımıza “boşbakan” olarak çıkar, başka bir gün “Türkleştirilemeyen Rum” olarak karşımıza çıkar. Elbet bu sözler boşuna söylenmemiştir; bu bir dil sürçmesi de değil, kirli bir zihniyetin boşa düşmesidir.

Peki ya içerideki kardeşlik?

Habil misin, Kabil mi derken, son zamanlarda yaşanılan tartışmalara bakılırsa  “Kabil Havayolları” yoğun bir sefer halinde! Tek yönlü gidişle bir kısım hocalar kimimizi Rum’a yolluyor, bir takım siyasetçiler dini tercihinden dolayı bazı öğrencileri Hala Sultan’a gönderiyor, kimimiz kimimizi Türkiye’ye yolluyor. Gönderen gönderene! Nerede birlikte yaşam kültürü? Nerede federasyon temelli kültürel çoğulculuk?

“Çok konuşanın sakatatı çok olur” derler; bugün herkesin aklına geleni dile getirdiği bir dönemdeyiz.
Konuşmanın şehvetiyle herkes her şeyi konuşuyor, ama kimse karşısındakini dinlemiyor.
Birbirine laf yetiştirme telaşı çok; merak edip dert dinleyen yok. Dış politika çöktü mü, iç politika alevlenir. Kimse bu gerçeği fark etmiyor.  Kimlikler üzerinden savaş kızışıyor, diyaloğa çağrı yapanlar ise ya susturuluyor ya da kınanıyor. Toplumsal bütünlük ve dostlukları tehdit eden “yıkılsın, sonra yaparız” sözlerini, “bölünecekse bölünsün sonra toplarız” sözleri takip ediyor. Ama unutmayalım ki: tahrip kolaydır, tamir zordur ve son pişmanlık fayda vermez.

Çünkü kardeşlik, her şey bittikten sonra hatırlanacak bir lüks değil; kriz anında bile terk edilmemesi gereken bir ilkedir.

O yüzden bir kez daha soralım:
Kardeşiz demek yetmez, Habil misin Kabil mi?

Selçuk GENÇ


[1] KKTC çoğunlukla 1. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan büyük toprak kayıplarının ardından, elde kalan son parçalardan biri olarak görülmektedir.

[2] (el-yedü’l-ulya hayrun mine’l-yedi’s-süflâ) hadisi, Buhârî'nin Zekât bölümünde 18. hadis olarak geçmektedir.

[3] "….Siz doğru yolda oldukça, kötüler size zarar veremez." (Maide 57105)

[4] Sekirderin bilinç kaybı ve akıl bozukluğu durumunu ifade eden bir terimdir.

[5] Aç canavara karşı tahabbüb (sevgi); merhametini değil, iştihasını açar. Hem de diş ve tırnağının kirasını da ister. (Mektubat 471.sh - Risale-i Nur)