Gökten İnen Kurban, Yerden Yükselen Vicdan!
Uyuyan yığınları uyandırmak için, uyanık bir vicdan yeter!
İşte o uyanık vicdan: İbrahim aleyhisselam…
O, bir çocuğu değil, çocukları kurban eden dönemin anlayışını reddeden vicdanın adıydı. Hz. İbrahim, üç semavî dinin ortak atası olarak yalnızca inancıyla değil, yaşadığı sınavlarla da insanlığın ahlakî ve metafizik gelişimine yön vermiş önemli bir şahsiyetti. Onun hayatındaki en çarpıcı dönüm noktalarından biri, oğlunu kurban etmekle sınanmasıydı. Bu olay, yalnızca bir ibadet pratiği değil; aynı zamanda çok yönlü, sembolik bir anlamı vardı.
İnsanı diğer tüm varlıklardan ayıran en temel özellik, akıl sahibi olmasıdır. İnsan bu akıl sayesinde doğayı anlamlandırır, kendini aşar, hükmeder, inşa eder ve dönüştürür. Ancak bu güç, zamanla sadece anlamaya değil, hükmetmeye ve iktidarı sürekli kılmaya da yönelir. Bu nedenle insanlık tarihi, iktidarın sınırlarını zorlayan, ölümsüzlüğü arzulayan arayışlarla doludur.
Hz. İbrahim’in yaşadığı çağda, şehir devletlerinde tanrı-kral anlayışı hâkimdi. Krallar yalnızca yöneticiler değil; tanrıların yeryüzündeki gölgesi, hatta kimi zaman tanrının kendisi olarak görülüyordu. Bu krallar yönetimlerinin ve güçlerinin sonu olmasını istemiyorlardı… Ölmek istemiyorlar ve ölümsüzlüğü arzuluyorlardı. Zira ölüm tanrılık iddiasında bulunana yakışmıyordu. Bundan dolayı “ölümü öldürmek ve kabir kapısını kapatmak” istiyorlardı. Ölümsüzlük arayışları uğrunda çocuklar tanrılara kurban ediliyor, iktidarın devamı için kan dökülüyor, toplum itaatkâr kullara dönüştürülüyordu.
Tarihin bu evresinde Gılgamış gibi krallar, Enkidu’yla birlikte ölümsüzlüğün peşine düştüler.[1] Fakat sonunda anladılar ki, gerçek ölümsüzlük ölümü fark etmekte ve onu kabullenmekteydi. Ölüm kaçınılmazdı. İnsan aklıyla pek çok şeye hükmedebiliyor; ancak ölümü alt edemiyordu. İktidar sahipleri ise “ölümü bile öldürmek” arzusuyla türlü zulüm düzenleri kurmuşlardı. Bu düzenlerin en trajik örneklerinden biri, tanrı olduğu zannına kapılmış şizofrenik kralların uyguladığı çocuk kurban etme ritüelleriydi.[2] Aslında bu bir kurban değil bilakis cinayetti. Bu cinayetlere kimileri ortak oluyor kimileri sessiz kalarak rıza gösteriyordu.
Hz. İbrahim, Mezopotamya[3] ve Kenan[4] coğrafyasında yaşamıştı. Bu coğrafyada kral-tanrılara çocuk kurban etme ritüelleri yaygındı. İbrahim bu cinayetlerin sıklıkla yaşandığı böyle bir sosyolojik ve teolojik zeminde bulunmuş ve bu trajediye tek başına isyan etmişti.[5] Bu isyanı; insanın kutsallığını ve dokunulmazlığını ilan eden bir başkaldırıydı. Bu isyanı yüzünden bazen Nemrud’un[6] mancınığında ateşe atıldı, bazen yurdunu terk edip çöllere sürüldü. Ancak ne ateşten korktu ne de çöllerde serzenişte bulundu. Hz. İbrahim’in öyküsü sadece bireysel bir iman anlatısı ve benlik davası değildi. Onun mücadelesi toplumun sessizliğine karşı bir başkaldırı, bir kırılma, bir devrimdi. O, tanrılar adına çocukların kurban edilmesini reddeden güçlü bir sesti. Himmeti milletiydi; bu yüzden O, 'tek başına bir ümmet'ti. Onun 'kurban'ı bir insan değil, insanı kurban eden anlayışın karşısına dikilen yüce bir vicdandı.
Hz. İbrahim’in Kurban Tecrübesi: İnsanı Kurban Eden Anlayışa Bir İtiraz
Hz. İbrahim’in uzun yıllar sonra kavuştuğu oğlunu kurban etme emriyle sınanması, yalnızca bireysel bir imtihan değil; aynı zamanda insanın sahip olduklarıyla, Tanrı'yla ve vicdanıyla yüzleşmesiydi. Bu tecrübe, insan kurbanının meşru görüldüğü Antik Çağ anlayışına karşı köklü bir itiraz niteliğindeydi. Kıssanın sonunda gökten bir koçun gönderilmesi, ilahi muradın insanın değil, bir hayvanın kurban edilmesi olduğunu ortaya koymuştu. Böylece “İnsan kurban edilemez” ilkesi, kutsal bir müdahaleyle ilan edilmiş oldu.
Hz. İbrahim’in rüyasında İsmail’i kurban ediyor olarak görmesi, yalnızca bireysel bir imtihan değil; aynı zamanda topluma verilecek derin ve evrensel bir mesajın işaretiydi. Ancak bu duruma oğlunun nasıl tepki vereceği konusunda içinde bazı tereddütleri vardı. Hz. İsmail’in teslimiyetle, “Emrolunduğun şeyi yap” (Saffat 37:102) demesi, bu evrensel mesajın topluma aktarılmasında ilk ve en önemli aşamaydı. Bu cevap, onun yüksek bilincini; bir birey olarak taşıdığı iman ve irade gücünü ortaya koyuyordu.
Ancak şeytan boş durmuyor, bu teslimiyetin ve direncin önüne geçmek için Hz. İsmail’e tesir etmeye çalışıyordu. Şeytanın vesvese yoluyla, kadimden bu yana süregelen “çocukların kurban edilmesi” kötülüğünü temelden sarsacak bu iradeyi bozmaya yönelmesi, ilahi sınavların yalnızca içsel bir mücadele olmadığını; aynı zamanda dışsal engellerle de kuşatıldığını ortaya koyuyordu. Bu kıssa, yalnızca bir dinî anlatı değil; insan hayatının kutsallığını merkeze alan ahlaki bir dönüşümdü. Böylece bireysel bir sınavın ötesine geçerek, toplumsal vicdana hitap eden güçlü bir bilinç çağrısıydı.
İbrahim’in Çocukları ve Filistin’in Çığlığı
Bugün, Hz. İbrahim’in çocukları olduklarını iddia eden Müslüman, Yahudi ve Hristiyan toplulukların birçoğu, bu kıssanın özündeki mesajı ya unutmuş ya da bilerek saptırmıştır. Oysa Müslümanlar için Kur’an açıkça belirtir: Kesilen kurbanların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır; Allah’a ulaşan, yalnızca içinizde taşıdığınız takva[7], yani İbrahimî duyarlılıktır.
Ne var ki, Hz. İbrahim’in sünneti olan bu uygulama, günümüzde ruhundan çok uzaklaşmıştır. Müslümanlar için kurban ibadeti çoğu zaman sadece kan akıtma, et yeme ve dağıtma ritüeline indirgenmiş; özündeki ahlaki, ruhani ve tefekküri boyut unutulmuştur.
Daha trajik olan ise, Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İshak’ın soyundan geldiğine inanan İsrail’in, bu kıssanın işaret ettiği “insanı yaşatma gayretine” tamamen aykırı bir tutum sergilemesidir. Hz. İbrahim, yaşadığı Mezopotamya’daki vahşi geleneklere karşı çıkmışken, torunları bugün aynı coğrafyada bu kötü geleneğin modern bir versiyonunu uygulamaktadır. Filistin’de çocuklar kurban edilirken, “çocuklar kurban edilemez” diyerek İbrahimî bir duruş sergilemesi gereken bu toplum, tam tersine Hz. İbrahim’in tecrübesinin ruhuna açıkça ihanet etmektedir.
Bu çelişkinin bir diğer yüzü ise, Filistin’de doğan Hz. İsa’nın yolunda olduğunu iddia eden Hristiyan dünyasıdır. Sevgiyi, merhameti ve –modern ifadeyle– hümanizmi temsil eden Hz. İsa, tıpkı atası İbrahim gibi, insanlığa yüce gönüllü bir öğreti sunmuştu. Ne var ki, onun izinden gittiklerini söyleyen Hristiyan dünyasının “çocukların kurban edilmesine” sessiz kalması, yalnızca can yakıcı bir çelişki değil; aynı zamanda Hz. İsa’nın öğretilerine taban tabana zıt bir tutumdur.
Dahası, Hz. İbrahim’in teslimiyetini ve tevekkülünü en iyi temsil ettiğini, sünnetini yaşattığını iddia eden “İslam dünyası” diye anılan coğrafyanın hali ise tam anlamıyla içler acısıdır. Hatta “İslam dünyası” diye bir yapıdan söz etmek mümkün mü, bundan da emin değilim. Ortak bir fikrî zemin, hukuki birliktelik ya da asgari düzeyde bir sosyo-ekonomik dayanışma olmayan bir coğrafyayı “İslam Dünyası” olarak tanımlamak ne kadar doğrudur? Belki de “Müslümanların ağırlıklı yaşadığı coğrafyalar” demek daha isabetlidir. Peki, bu coğrafyanın Filistin’deki zulüm karşısındaki sessizliğine ne demeli? En hafif tabirle bu, bir çelişki değil; doğrudan kötülüğe teslim olmaktır.
Filistin’de kurban edilen bebekler ve bu zulüm karşısındaki duyarsızlık, derin bir dini ve ahlaki çöküşün işaretidir. Bu anlam kaybı yalnızca Ortadoğu’yu değil, tüm insanlığı etkileyen bir çöküştür. İnsan artık ne için yaşadığını ve hangi değer uğruna fedakârlık yapması gerektiğini unutmuştur. Modern insan, biyolojik ve ekonomik ihtiyaçlarının tatmini için mücadele ederken anlam, inanç ve merhametini yitirmiştir.
Ortak bir vicdan geliştiremeyen, adalet duygusunda buluşamayan ve zulme karşı duruş sergileyemeyen bu toplulukların Hz. İbrahim’in çocukları olduklarını iddia etmeleri mümkün müdür? Oysa böyle bir durumda, İbrahim’in çocuklarının bu trajediye güçlü bir şekilde “Hayır!” demesi beklenirdi. Ne var ki, çoğu zaman sessiz kalmayı ya da tarafsız davranmayı tercih ederek, onun evrensel mesajının ruhuna ihanet etmişlerdir.
Hz. İbrahim kıssasının en temel mesajı şuydu:
İnsan, yaşatmak için yaşamalıydı.
Çünkü bir insanı yaşatmak, tüm insanlığı yaşatmaktır!
Selçuk GENÇ.
DİPNOTLAR
[1] Gılgamış, Sümer mitolojisinde Uruk kralı olan bir kahramandır. Gılgamış Destanı (Epic of Gilgamesh) — özellikle Gılgamış’ın ölümsüzlük arayışının en belirgin temalardandır.
[2] Tevrat’ta ve ayrıca Eski Ahit’te (İbranice Kutsal Kitapta) yer alan bilgiye göre;
Levililer 18:21: “Çocuklarınızı Moloch’a sunmak için ateşten geçirmeyeceksiniz...
Krallar 23:10: Kral Yoşiya'nın, çocuk kurban etme yerlerini yıktığı anlatılır.
Yeremya 7:31: “Ben böyle bir şey buyurmadım; çocuklarını ateşte kurban etmelerini istemedim, aklımdan bile geçmedi.”
[3] Mezopotamya, Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan, bugün Irak ve çevresini kapsayan, insanlık tarihinin en eski medeniyetlerine ev sahipliği yapan bölgedir.
[4] Kenan Diyarı, bugünkü Filistin ve çevresini kapsayan, kutsal metinlerde Hz. İbrahim’e vaad edilen topraklar olarak geçen bölgedir.
[5] Suat Yıldırım – Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali (Saffat Suresi, 102–107): Hz. İbrahim'in rüyasında oğlunu kurban ettiğini görmesi, dönemin vahşi kurban anlayışlarına karşı bir semavi bir reddiyedir.
[6] Nemrut, Kur’an’da adı geçmeyen ama Hz. İbrahim’le tartıştığı rivayet edilen, tanrılık iddiasında bulunan zalim bir hükümdardır. Rivayetlere göre Babil veya Urfa civarında yaşamıştır.
[7] Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır. Allah’a ulaşan yalnızca sizin takvanızdır. (Hac Suresi, 22:37)