“Kamu Yararı Gereği” Töre Devleti!
Gerçek kamu yararı, töreye değil, insana değer veren düzenle mümkündür.
Kadimden beri “kamu yararının” törede olduğuna inanan bir milletiz biz! Öyle sarsılmaz bir inanç ki, onca “kamu enkazına” rağmen töreyi terk etmek günah sayılır; her türlü çağdaş hukuki norm, bireysel özgürlük talebi, demokrasi fısıltısı ise bu sarsılmaz töre duvarına çarpıp parçalanır. Zaman değişse, iletişim araçları ve dil değişse de değişmeyen bir şey vardır: toplumun genetik kodları. Kadim gelenekler, devlet işleyişinde, hukuk sisteminde ve toplumsal yapıda varlığını hiç eksiltmeden sürdüren derin bir gen havuzu gibidir; insanın içinden bir türlü atamadığı anlayışlardır bunlar. Neyden mi bahsediyorum? Elbette geleneksel töre anlayışından, aşiretçilikten, derebeylikten ve feodal yapılardan…
Bu töre anlayışı, bireysel yarardan ziyade **“kamu yararı”**nı esas alır. Ancak o “kamu yararı”, bireyin hukukunu öncelemez; bireyin hak kaybını yalnızca bir “eğitim zayiatı” olarak görür. Bu düzende simgeler ve semboller, bireyden çok daha kıymetlidir.
Modern hukuk da işte bunun üzerine kuruludur: Anayasa “kamu yararı” üstüne bina edilir. Bireysel haklar ve kişi dokunulmazlığı gibi maddeler, özünde törenin işleyişine hizmet eder. Birey, yalnızca “kamu yararı” için vardır; değeri, töreye katkısı sürdüğü müddetçedir.
Şeyh Edebali, Osman Gazi’ye “devletin yaşam sırrını” telkin ederken şöyle demiştir:
“Oğul, halkı yaşat ki devlet yaşasın.”
Güçlü birey varsa güçlü devlet vardır. Bugün ise anlayış tersine dönmüştür: “Güçlü devlet varsa, güçlü halk vardır.” Bu yüzden halk yararı hep arkadan gelir; önce kamu yararı, sonra arzu edilirse halkın yararı…
Ah, o meşhur “19 devlet kurduk” lafı! Hâlbuki bu söz, yıktığımız devletlerin ikrarı anlamına gelir. Belki de kurduğumuz onca devletin yıkılması, “kamu yararını” bireyin hukukundan üstün tuttuğumuzdandır. Ne acı değil mi? Bireyin güçlü olmadığı bir sistemde, sosyolojik, ekonomik, coğrafi ve kültürel faktörler, savaşlar derken, tarih bizim için geri dönüşsüz ve tek yönlü bir trene dönüşmüştür. Geçmişte yaşıyor, geleceğe sırtımızı dönüyoruz. Zamanın gerisinde kalmak bizim ata sporumuz; anakronizm varsa, işte tam da bizim işimiz! Modern dünyanın hızla değiştiği bugünlerde hâlâ töremize, biatımıza ve “kamu yararı”na sığınıp çağın gerisinde yol almaya devam ediyoruz.
Peki, bireyin ikinci plana itildiği böylesi bir sistemde durum nedir? Sistem doğası gereği baskıcıdır. Halk, devlet kararlarına şüpheyle bakar: Bir karar alındığında çoğunlukla bunun devletin kasasını doldurmak veya iktidar seçkinlerini zengin etmek için yapıldığı düşünülür. Örneğin akıllı radar uygulamaları, halkın gözünde “bizim güvenliğimiz için alınmış tedbir” değil, “ceza yoluyla vergi toplama” veya “bazı firmaları zengin etme aracı” olarak algılanır. Bu şüphe, bireyi öncelemeyen sistemin halkta yarattığı güven zafiyetinden kaynaklanır.
Töre Devleti, hukukun üstünlüğü gibi karmaşık, insan haklarına dayalı ve evrensel bir kavramla pek işi olmayan bir şeydir. Bizde devlet, adalet sağlamakla değil, siyasal erkin, yani güçlünün çıkarlarını korumakla meşguldür. Hukuk, devlet erkine biat eden bir hizmetçi; bireyin haklarıysa toplumsal geleneklerin ve “namus” dediğimiz kutsal kavramın gölgesinde eriyip gider.
Kamu davalarına bakıldığında, bireyin kamuya karşı dava kazanma oranları çok düşüktür ve bu davalar yıllarca sürer. Kamudaki keyfi kararların mahkeme kanalıyla kısa bir zamanda töre memuruna rücü etmemesi, kamu iradesinin keyfi kararlar almasına cesaret vermektedir.
Nasreddin Hoca’nın hikâyesi gibi:
“O vakte kadar ne ben kalırım ne Timur.”
Çünkü dava sonuçlanana kadar kamu otoritesi amacına ulaşmış, bireyin hakkı ise çoktan yok olmuştur.
Böyle bir düzende Törenin ana paradigması şudur:
“Yaşasın kamu yararı gereği yasal boşluklar ve ağır işleyen hukuk!”
Dünyada devletler hukuk, demokrasi ve insan haklarıyla uğraşırken, bizde işler farklıdır. Bizimkisi daha çok **“modern feodalizm”**dir: kavmiyetçilik, aşiretçilik, aile oligarşileri… İşte gerçek güç burada gizlidir.
Töre Devleti’nin ilginç yanı, aşiret iktidarları değişse bile genel işleyişin değişmemesidir. Törenin bekası her şeyin önündedir. Baskı grupları değişse de ezilen birey ve sosyal gruplar, aşiretin durumuna göre yer değiştirir. Öyle bir sistemdir ki, gün gelir ezilen bile töreye sadakatle “kamu yararı gereği” ezenin safına geçer: kimi dilli şeytan olur, iktidarın borazanlığını yapar; kimi dilsiz şeytan olur, zulmü sessizce seyreder. İşte Töre Devleti’nin çıkmazı budur.
Törenin en büyük beklentisi mutlak biattir. Birey misin, grup musun fark etmez; biat edeceksin! Biat etmeyene vatan adeta sürgün, biat edene güller yurdudur. Töre Devleti’nde “huzur”un sırrı budur: tam teslimiyet. Modern siyasetin “seküler tarikat” diye adlandırdığı yapılar da bu töre zihniyetiyle yoğrulmuştur. Hukuk, bu sistemde adaletin değil, idarenin sopasıdır. “Törenin kestiği parmak acımaz” sözü, durumu en iyi özetleyen ifadedir.
Bu kavmiyetçi töre sisteminde, önceki aşirette makbul olan bir sosyal grup, iktidara yeni gelen aşiret için “kamu yararı gereği” tehdit olarak algılanabilir. Bu algıya göre, sosyal grubun tecavüze uğraması neredeyse kaçınılmazdır.
Sistem böyle işlediği için sosyal grupların yaşam şansı yoktur; sıranın kendilerine ne zaman geleceğini beklemek zorundadırlar. Masumiyet karinesi, bireysel haklar, sevgi ve rıza yalnızca lüks kavramlar ve çağdaş masallardır. Asıl önemli olan, törenin kutsal itibarının korunmasıdır.
“Kamu yararı” adına, bireysel acılar töre için candır. Sosyal grup ne kadar acı çekerse, sistem o kadar güçlenir. İlginç olan ise şudur: Tecavüze uğrayanın namusunu temizleme görevi vardır; tecavüz edenin ise sorumluluğu yoktur.
Yer yer filmlere konu olan bu sosyolojik anomaliyi senaryoya dökelim: Aşiret reisinin gaddar, hak hukuk tanımaz ve şımarık bir çocuğu, savunmasız bir genç kıza tecavüz eder; onun bedenini ve hayallerini gasp eder. Ancak masum kızın bedeninin kirlenmesi yetmez; “namusunu temizlemesi” için tecavüzcüsüyle evlenmesi şart koşulur. Tecavüz edene ise töre hiçbir sorumluluk yüklemez.
Töre devleti ve sosyal grupların zoraki evliliği, film senaryosundaki travmatik evlilikten farksızdır. Baskıya maruz kalan gruplara, “namus temizliği” için zorla evlilik dayatılır ve devlet, bu evlilikle namusun temizlendiğini düşünür. İlginçtir ki Töre Devleti, bu evlilikten sevgi ve mutluluk doğacağına inanır.
Tarihsel tecrübeye göre bu travmatik evliliklerden doğan çocuklar yalnızca hınç, nefret ve kırgınlık taşır; anomali nesilden nesile, adeta bir kan hafızasıyla aktarılır. İşte toplumdaki ideolojik kamplaşmalar, başkasının acısına gülüp geçen nesiller, ötekine zararından mutluluk duyanlar… İşte bunlar Töre Devleti’nin çocuklarıdır!
Sonuç olarak, Töre Devleti’nde barış ve demokrasi hep bir rüya olmuştur; çünkü sistem, sevgi ve anlayış yerine intikam kültürünü beslemiş—buna “kamu yararı” denmiştir. Hukuk erkin ve törenin koruyucusu olurken, birey sadece küçük bir dişliye dönüşmüştür. Çıkış yolu, “kamu yararı” maskesini indirmek ve bireysel hakları, hukukun üstünlüğünü ve demokratik değerleri benimsemektir. Aksi hâlde çocuklarımız da bu kısır döngüde boğulmaya devam edecektir.
Selçuk GENÇ