Ekran Görüntüsü 2025 10 15 164240

Federasyon, bir zayıflık değil; çoğulculuğu ve eşitliği kurumsallaştıran medeni bir iradedir.

Bitmeyen bir hikâye: Kıbrıs Sorunu…

Aslında bu sorunu travmatik bir kan hafızasına dönüştüren; çözüme olan inanç eksikliği, yetersiz çözüm modelleri, statükonun yarattığı çıkar ilişkileri ve karşılıklı güven eksikliğidir.

Tarihsel perspektife bakıldığında, farklı kimliklerin bir arada huzur içinde yaşadığı siyasal modellerin varlığı dikkat çeker. Kendi tarihsel tecrübemize döndüğümüzde ise, bir anlamda ilk devlet tecrübesi olarak nitelendirilebilecek, farklı kimlikleri hukuk temelinde bir araya getiren ve yeni bir “ümmet” modeli ile tarihe ışık tutan vesikanın Medine Sözleşmesi olduğunu görürüz.

İşte bu yazımızda, Medine Sözleşmesi ile federasyon modeli arasındaki ilişkiye temas edecek ve göçmen halktaki federasyon farkındalığını irdeleyeceğiz. Ancak bu ilişkiyi daha iyi kavrayabilmek için öncelikle federasyon kavramına ve bu kavramın tarihsel arka planına kısaca göz atalım.

Federalizm Kavramının Tarihsel Arka Planı

“Federalizm” ve “federasyon” kelimeleri Latince foedus / federatio sözcüklerinden gelir ve “antlaşma, sözleşme, birlik, ittifak” anlamlarını taşır. Kavram, farklı toplulukların özerkliklerini koruyarak bir üst siyasal çatı altında birleşmesini ifade eder; yani federalizm özünde “sözleşmeye dayalı bir birlik”tir.[1]

Federalizm, farklı etnik, dini veya kültürel grupların bir arada yaşadığı siyasal sistemlerde, yetki ve sorumlulukların merkezi hükümet ile alt birimler (eyaletler, kantonlar, bölgeler) arasında paylaşılmasını esas alır. Federasyon ise bu ilkenin somut bir devlet biçimi olarak uygulanmasıdır.

Federalizm fikri, özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda, çok kimlikli toplumlarda güç paylaşımını kurumsallaştırma ihtiyacından doğmuştur. ABD Federal Anayasası (1787), İsviçre Konfederasyonu ve Almanya Federal Cumhuriyeti bu modelin klasik örneklerindendir. Tarih boyunca federalizm, yalnızca bir idari yönetim biçimi değil; barışın tesisi, çatışmaların önlenmesi ve çoğulculuğun kurumsallaşması açısından da önemli bir siyasal araç olmuştur.[2]

Federal yapılar, etnik grupların kimliklerini güçlendirme imkânı sunar; ana dilleri genellikle federal devletin resmi dilleri arasında yer alır. Bu açıdan, federal devletler etnik kimliklerin korunması ve yaşatılması açısından hayati bir rol oynar ve bu, reel politik bağlamda da göz ardı edilemez.

Bu bağlamda, modern federal deneyim sadece Batı dünyasıyla sınırlı değildir. 14 asır önce, çok uluslu ve farklı etnik-dini kimliklere sahip Medine halkı, Medine Sözleşmesi ile yeni bir kolektif kimlik, yani bir “ümmet” oluşturmuş; farklı toplulukların hakları ve sorumlulukları hukuk temelli olarak güvence altına alınmıştır. İşte bu tarihsel örnek, federal yapıların farklı kimlikleri bir arada yaşatmada ve güçlendirmede nasıl işlev görebileceğine dair önemli bir fikir vermektedir.

Medine Vesikası ve Federasyon

622 yılında Hz. Peygamber (s.a.s.) Mekke’den Medine’ye (eski adıyla Yesrib) hicret etti. Hz. Muhammed’in ilk icraatı, Müslümanlar arasındaki eski kabile çekişmelerine son vererek birliği sağlamaktı. Aksi takdirde, şehirde yaşayan diğer etnik ve dinî gruplarla kalıcı bir anlaşma zemini oluşturmak mümkün olmayacaktı.[3]

Medine’ye yerleşmesinin ardından farklı dinî ve etnik gruplarla 52 maddelik bir toplum sözleşmesi imzalandı. Bu sözleşmeyle şehrin adı, “Medeni insanlar topluluğu” anlamına gelen Medine olarak değiştirildi. Medine Vesikası, ulus-devlet modelinin çok ötesinde çoğulcu ve özgür bir modeldi. Bu model ile taraflar kendi kimliklerini koruyarak siyasî, ekonomik, hukuki ve sosyal alanlarda bir arada yaşamalarını sağlamakla kalmamış; aynı zamanda şehir yönetimi, savunma, güvenlik ve ekonomik düzen açısından da yeni bir toplumsal model ortaya koymuştur.[4]

Bu vesika, farklı toplulukların barış içinde bir arada yaşamasını sağlamak üzere hazırlanmış maddelerden oluşmaktadır. Söz konusu maddeler, modern federatif sistemlerin birçok temel ilkesini de içinde barındırmaktadır.

Hz. Muhammed’in Medine’ye hicretinden sonra attığı stratejik adımlar ve Medine Vesikası’ndaki karşılıkları şu şekilde özetlenebilir:

1. Yeni Toplum ve Kolektif Kimlik Oluşturma

Madde 2: “Şüphesiz ki bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmettirler.”
Burada “ümmet” kavramı dini aidiyeti değil, farklı toplulukları bir araya getiren insani ve kolektif bir üst kimliği ifade eder. Bu maddeyle taraflar, Medine’de kendi alt kimliklerini koruyarak yeni bir toplum, cemaat ve kolektif kimlik oluşturmuştur.[5]

2. Dinî Çoğulculuk ve Özgürlük

Madde 25: “Beni Avf Yahudileri müminlerle birlikte bir ümmet (toplum) teşkil ederler. Yahudilerin dinleri kendilerine, müminlerin dinleri kendilerinedir. Buna mevlaları da (köleleri de) dâhildir.” Bu madde, Yahudilerin ve diğer toplulukların dinî özgürlüklerini güvence altına alır. Dini çoğulculuğun yalnızca hür bireylerle sınırlı olmayıp, dönemin sosyolojik yapısının bir parçası olan kölelerin de dini yaşam hakkına sahip olduğunu gösterir. Bu durum, kölelik kurumunun ortadan kaldırılmasına yönelik teorik zeminin ilk adımlarından biri olarak değerlendirilebilir.[6]

3. Ortak Savunma Mekanizmalarının Kurulması

Madde 36. ve 45: “Onlardan (Yahudilerden) hiç kimse Muhammed’in izni olmadan savaşa çıkamaz.” ve “Yahudiler, Müslümanlar tarafından bir sulh akdine davet olunurlarsa, buna iştirak edeceklerdir.” Bu hükümler, Medine’deki farklı toplulukların ortak savunma sorumluluklarını belirlemiş ve Hz. Peygamber’in siyasi lider olarak otoritesini açıkça kabul etmiştir.

4. Barış ve Güvenlik

Madde 47: “Haksız fiil işleyenler dışında, Medine’de kalan herkes emniyet içindedir.”
Bu madde, şehirde yaşayan tüm topluluklara temel güvenlik ve adalet güvencesi sağlamaya yöneliktir.[7]

5. Toplumsal Eşitlik ve Sözleşmenin Uygulanması

Madde 46: “Bu sahifede gösterilen kişiler için ortaya konan şartlar, diğer gruplara da aynı şekilde tatbik olunur.” Bu hüküm, sözleşmenin tüm taraflar için eşit şekilde uygulanacağını garanti eder.[8]

6. Ekonomik Düzenleme

Vesikada ekonomik düzenlemeler doğrudan bir madde olarak yer almasa da yeni ticaret merkezlerinin kurulması ile ekonomik eşitlik ve tekelciliğin önlenmesi için bir temel oluşturmuştur. Bu düzenlemeler, gelir dağılımında adaletin sağlanmasına yönelik pratiklerin önünü açmıştır.[9]

7. Nüfus Sayımı ve Medine Sınırlarının Tayin Edilmesi

Vesikada açıkça yer almamakla birlikte, Medine’de gerçekleştirilen ilk icraatlardan biri nüfus sayımı ve şehir sınırlarının belirlenmesidir. Nüfus sayımı ve sınır tayini; egemenlik alanlarının belirlenmesi ve toplumsal planlama açısından son derece stratejik bir adımdır. Zira bu uygulamalarla birlikte vergilendirme sisteminin oluşturulması, askerî yükümlülüklerin tespiti ve şehir yönetiminin düzenlenmesi sağlanmıştır.[10]

Medine Vesikası ve Federasyonun Stratejik Önemi

Medine Vesikası, modern dönemdeki federasyon modellerinin içerdiği birçok stratejik prensibi bünyesinde barındırması bakımından, dönemin hâkim kültürü ve yönetim anlayışları arasında son derece ileri bir metin olarak değerlendirilebilir. Bu bağlamda federasyon kavramı, gerek İslam toplumlarında gerekse günümüz Kıbrıs toplumunda korkulacak bir model değildir. Bilakis İslam kültürü ve medeniyetinin referans kodlarını taşıyan siyasal ve ideolojik gruplar ile muhafazakâr göçmen halklar açısından Medine Vesikası güçlü bir tarihsel referans noktasıdır.

İslam’ın ilk siyasal-toplumsal yapılanmasının Medine Vesikası temelinde inşa edildiği dikkate alındığında, bu yapının federatif bir nitelik taşıdığı açıkça görülmektedir. Federasyon modeli, kültürel çoğulculuğu, din özgürlüğünü ve toplumsal eşitliği en güçlü biçimde güvence altına alan yönetim biçimlerinden biridir.

Peki, göçmen halklarda federasyon farkındalığı ne durumdadır? Yazımızın son bölümünde bu sorunun cevabını arayalım.

Kıbrıs’ta Göçmenler ve Federasyon Bilinci

Göçmen halklarda federasyon farkındalığı, tarihin adeta ironisidir. Günümüzde federasyon modeliyle bir çözüme ulaşmak, en çok göçmenlerin ihtiyaç duyduğu bir yönetim biçimidir. Zira göçmen halklar, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurucu unsuru olmadığı için bu devlete eklemlenmeleri hukuken mümkün değildir, adadaki varlıkları ise siyaseten tanınmamaktadır. Bu durum, göçmen toplulukları Kıbrıs sorununun öznesi olmasa bile nesnesi konumuna itmekte; omuzlarına ağır bir siyasal, ekonomik ve kimliksel yük bindirmektedir.

2004 yılında yapılan Kofi Annan referandumu, göçmen halklar için bu belirsizlikten kurtulma adına önemli bir fırsat sunmuştu. Zira bu referandum, adanın geleceğinde göçmenlerin de söz sahibi olabileceği anlamına geliyordu. Ancak bu fırsat değerlendirilemedi. Aradan geçen 21 yılda, federasyon talebinde bulunan siyasal partiler de göçmen halkta federasyon farkındalığına ilişkin güçlü bir politika geliştiremedi. Oysa bu farkındalığın en güçlü şekilde göçmen topluluklarda oluşturulması gerekirdi. Bunun yerine göçmen halka “Sen ne ağır yükleri kaldırdın” denilerek mevcut statüko korunmuş ve bu ağır yükler nesilden nesile devredilmiştir. Göçmenlerin adaya gelişinin üzerinden yarım asır geçti. 50 yıl boyunca Toroslar’ı görüp Trodoslar’ı göremeyen, serbest dolaşım hakkı olmayan, eğitim ve sağlık imkanlarına tam erişemeyen göçmen halk, bu süre boyunca ulus devlet retorikleriyle avutuldu. Oysa bu halkın önemli bir kısmı, yaşamlarında İslam medeniyetini referans kabul etmektedir. İslam’ın ilk siyasal deneyimi olan Medine Vesikası federatif bir nitelik taşırken, göçmen toplulukların önemli bir kesiminin federasyonu “Rumların gölgesinde erime”, “egemenliğin kaybolması” veya “asimilasyon” olarak görmesi tarihsel bir ironidir. Bu algı, federasyon kavramının özünü değil, politik zemindeki güven krizini yansıtmaktadır. Federasyonu “Rum egemenliğinde bir yok oluş” olarak görmek sadece tarihsel bir ironi değil, aynı zamanda düşünsel bir oksimorondur.

Hz. Muhammed’i siyasal bir model olarak referans gösteren bazı çevrelerin, onun federatif uzlaşı pratiğini temsil eden Medine Vesikası hakkında neredeyse hiçbir tarihsel-siyasal farkındalığa sahip olmaması bu ironiyi daha da derinleştirmektedir. Zira Medine Vesikası, inanç temelli değil, sözleşme temelli bir birliğin adıdır; bu da modern federasyonun özünü oluşturur.

Yeni Dünya Düzeni ve Federatif Yapıların Kaçınılmazlığı

Bugün Türkiye’de başlatılan “Terörsüz Türkiye” süreci, yasaların ve devlet yapısının daha çoğulcu bir yapıya evrilmesini zorunlu kılmaktadır. Ulus devletin tek dil, tek kimlik, tek etnisite anlayışına dayalı yasal düzenlemelerinin yerini, federatif — yani etnik ve kültürel çoğulculuğu tanıyan, anadilde eğitimi mümkün kılan — yeni düzenlemeler alacaktır. Türkiye bu yönde bir dönüşüm sürecine girerken, Kıbrıs’ta federasyon dışı çözüm taleplerinin hem güvenlik, hem ekonomik hem de sosyo-kültürel anlamda realiteden uzak kaldığı söylenebilir.

Yeni dünya düzeni, çok kültürlülüğü ve çoğulcu yönetim biçimlerini zorunlu kılmaktadır. Ulus devletin tek tipçi refleksleri, toplumların yaşam alanlarını daraltmakta, bireysel özgürlükleri sınırlamakta ve dini özgürlükleri milliyetçi retoriklerin çerçevesine hapsetmektedir. Bu baskılardan kurtulmanın yolu, herkesin kendi etnik aidiyeti ve dini tercihleriyle eşit yurttaşlık temelinde bir toplumsal yapı inşa edilmesinden geçmektedir.

Sonuç

Medine Vesikası’nın, farklı toplulukların kendi kimliklerini koruyarak ortak bir siyasal sözleşmede buluştuğu bir federatif model olduğunu göstermeye çalıştık. Bu sözleşmenin özü, “tek kimlikte erime” değil; farklılıkların eşitlik ve özerklik temelinde bir araya gelmesidir. Kıbrıs’ta federasyon da “Rum egemenliğinde teslimiyet” değil, tam tersine bir varoluş gerçeğidir. Tıpkı 7. yüzyılda Medine’de olduğu gibi, bugün de farklılıkların çatışma yerine sözleşmede buluşması, özellikle göçmen halklar için en akıllıca ve sürdürülebilir yoldur.

Selçuk GENÇ.


[1] Karmis, D., & Norman, W. (Eds.). (2005). Federalism: The Multiethnic Challenge. Routledge.

[2] Niyazi Kızılyürek, Neden Federal Devlet? Kıbrıs’ta Kalıcı Barış ve Birlikte Yaşam Üzerine (Lefkoşa: Heterotopia Yayınları, 2018).

[3] Büyük İslam Tarihi, Cilt 1, Çağ Yayınları, İstanbul, 1992, s. 261.

[4] Muhammed Umara, İslam ve İnsan Hakları, Tercüme: Asım Kanar, Denge Yayınları, İstanbul, 1992, s. 131.

[5] Büyük İslam Tarihi, Cilt 1, Çağ Yayınları, İstanbul, 1992, s. 274.

[6] Atalay, Orhan. Doğu ve Batı Kaynaklarında Birlikte Yaşama. İstanbul: GYV Yayınları, 1999, s. 373.

[7] Büyük İslam Tarihi, Cilt 1, Çağ Yayınları, İstanbul, 1992, s. 278.

[8] Büyük İslam Tarihi, Cilt 1, Çağ Yayınları, İstanbul, 1992, s. 279.

[9] Büyük İslam Tarihi, Cilt 1, Çağ Yayınları, İstanbul, 1992, s. 262.

[10] Bozkurt, N. (2007). Nüfus. TDV İslâm Ansiklopedisi. Erişim adresi: https://islamansiklopedisi.org.tr/nufus